1980 darbesini takip eden yıllarda devlet, Cumhuriyet döneminde ilk kez sistemli ve kapsamlı bir şekilde kendi Alevisini yaratmak için kaynak ayırmış ve ciddi mesai sarfetmiştir. Bu çabalar Türk-İslam sentezi olarak bilinen ideolojik çerçevede ve “havuç-sopa” mantığı ile yürütülmüştür. (Kürt) Alevileri öz Türkleştirerek ve belli oranda İslamlaştırarak ve en nihayetinde de-politize ederek dönüştürmeyi ve ana akım Türkiye toplumuna entegre etmeyi öngören bu proje kısmen başarılı da olmuştur. Başarılı olmadığı noktalarda devlet bu “havuç –sopa” siyasetinin sopa kısmını da uygulamaya sokmaktan geri durmamıştır. Nitekim 1993 yılında yaşanan Sivas katliamı ve 1995 yılında ağırlıklı olarak Kürt Alevilerin yaşadığı Gazi mahallesine yapılan silahlı saldırılar bu çerçevede değerlendirilmesi gerekiyor.
Aslında 2011’e kadar devam ettiği şekliyle AKP’nin Alevi politikası da 1980 darbesiyle başlayan, devletin kendi Alevisini yaratma çabalarının bir uzantısı olarak görülebilir. Ancak AKP hükümetleri, Türk-İslam sentezi içinde vurguyu Türklükten İslam’a kaydırmış ve Aleviliğin klasik bir tarikat mertebesine indirilmek suretiyle ümmete entegrasyonunu öngörmüştür. Alevi Açılımı’ndan, Diyanet’in Alevi klasiklerini yayımlamasına ve en son (Gülen cemaatiyle patlak veren çatışmayla boşa düştüğü anlaşılan) camii-cemevi projelerine kadar, AKP’nin Alevilere yönelik attığı veya atmadığı her adım hep bu uzun soluklu asimilasyonist siyasetin unsurları olarak okunabilir.
2011 yılı ve sonrasında ulusal ve uluslararası siyasette yaşanan bazı gelişmeler, AKP’nin Alevilere yönelik söyleminde çok ciddi ve açıktan bir sertleşmeyi beraberinde getirmiştir. Bu gelişmelerden konumuzla en doğrudan alakalı olanları, Suriye’de başlayan iç savaş ve 2012’de patlak veren Gezi olaylarıdır. Recep Tayyip Erdoğan’ın bu dönemde, hem müdahaleci Suriye politikasına yönelik olarak Türkiye kamuoyunda çok düşük seyreden (%30-35 civarında) desteğini arttırmak, hem de Gezi olaylarını kendi tabanı indinde karalamak amacıyla, Cumhuriyet tarihinde görülmemiş bir mezhepçilik kartına sarıldığını görüyoruz.
Gezi olaylarında ölenlerin tümünün Alevi olması bir tesadüf değildi; Gezi’yi Alevileştirmeye çalışan bilinçli bir hükümet politikasının sonucuydu. Pratikte polisin Alevi ve sol kimliği ile bilinen mahallelerde kullandığı şiddetin dozunu bilinçli olarak yüksek tutması ve bu şiddeti kullanırken hedef gözetmesiyle ortaya çıkan bir sonuçtu bu. Hükümet, Alevilere mal edilebildiği oranda muhafazakar Sünni kesimle Gezi direnişi arasındaki mesafenin artacağını hesap etmiş olmalıdır. Yani 1970’lerde sağ siyasetçiler nasıl solculuğu Aleviler üzerinden Sünni çoğunluğun gözünde kredisizleştirmeye çalıştıysa, Tayyip Erdoğan da bugün Gezi’yi Alevilik üzerinden kredisizleştirmeye çalışıyor. Ancak 70’lerde bu işler büyük oranda kapalı kapılar ardında ve daha çok yerel düzeyde yapılırken, Tayyip Erdoğan aynı şeyi açıktan ve bağıra bağıra yapıyor. Bu zaviyeden bakıldığında, Gezi’nin birinci yıldönümüne günler kala, bir Alevi mahallesi olarak bilinen Okmeydanı’nda bir yakınının cenaze törenine katılmak için cemevinin bahçesinde bekleyen bir Alevi vatandaşın polis tarafından gerçek kurşunlarla kafasından vurularak öldürülmesini ve akabinde Recep Tayyip Erdoğan’ın televizyonlara çıkıp “polisler nasıl bu kadar sabırlı kalabiliyor, anlamıyorum” demek suretiyle açıkcan açığa polisleri mahalleliye karşı provoke etmesini manidar bulmamak gerçekten mümkün değil! İhtimaldir ki Gezi direnişine kuvvetli destek veren Alevi/sol kimlikli mahallelerde, oranı duruma göre arttırılıp azaltılabilecek, ama süreklilik arzeden bir gerilim ve şiddet ortamının varlığı Tayyip Erdoğan tarafından siyaseten kullanışlı bir araç olarak algılanıyor.
Alevi/sol kimlikleriyle tanınan mahallelerde uygulanan polis ablukası ve polis şiddetini değerlendirirken, aynı mahallelerin AKP’nin kentsel dönüşüm adıyla uygulmaya koyduğu politikalarının da hedefinde yer aldığını hatırlamakta fayda var. Sözkonusu mahallleler, bazı sol örgütlerin de katkısıyla kentsel dönüşüme en örgütlü direnen bölgeler aynı zamanda. Dolayısıyla sözkonusu mahallelerde uygulanan polis şiddetinin, mahalleliyi yıldırmak suretiyle kentsel dönüşüme direnişi
İstanbul ve Ankara gibi büyük şehirlerdeki “mimli” Alevi mahalleleri var şimdi. Okmeydanı bunlara güzel bir örnek. Şehrin göbeğinde yeralmasına rağmen bambaşka bir dünya gibi. Uzun zamandır, ama özellikle de Gezi’den beri adeta rutinleşmiş bir polis ablukası altında yaşıyorlar. Buralarda sık sık yerel basına bile yansımayan eylemler ve polisle küçük çaplı çatışmalar oluyor. Bu mahallelerin sakinleri sadece (Kürt) Alevi veya solcu değil, aynı zamanda sosyo-ekonomik olarak da toplumun alt kesimlerinden insanlar. Bu insanların İstanbul’a göçen birinci kuşak Alevi ailelerden önemli bir farkı, eğitimdeki özelleştirme ve son yıllarda gittikçe artan dinselleşmenin bir sonucu olarak, eğitim yoluyla sosyal mobilizasyon şans ve beklentilerinin gittikçe düşmüş olması.
Bu mahallelerin, hem etnik/inançsal hem de sosyal kimliklerinden dolayı ezilen ve geleceğe dair umutlu olmak için pek fazla nedeni olmayan gençleri AKP hükümetine karşı öfke dolular. Gezi protestolarında öldürülen sekiz genci kendi şehitleri olarak kabul ediyorlar. Tayyip Erdoğan’ın kendilerine yönelik dışlayıcı ve tahrikkar üslubu ve hız kesmeyen polis şiddeti bu gençlerin öfkesini ve umutsuzluğunu daha da arttırıyor. Uğur Kürt’ün katledilmesiyle sokağa çıkanlar ve polis arabalarına taş atanlar işte bu gençler. Bu “mimli” mahallelerde örgütlü sol gruplar son günlerde gittikçe daha gür bir sesle polis şiddetine karşı silahlı mücadelenin gerekliliğini dillendirmekteler. Bugüne kadar Alevi toplumundan kitlesel destek bulmayan bu tip çağrıların, olayların gidişatına göre özellikle gençler arasında daha fazla taraftar bulabileceği öngörüsünde bulunmak ne kadar acı olsa da zor değil.
Büyük resme nesnel bir gözle bakıldığında, bilhassa Gezi olaylarından bu yana Alevilerin siyasi öncelikleri ve tercihleri ile Kürtlerin siyasi öncelikleri ve tercihleri arasında belirgin bir kopuş göze çarpıyor. Bu kopuşu en açık şekliyle iki kesimin Gezi’ye ve Suriye iç savaşına yaklaşımlarındaki ayrışmada gözlemliyoruz Yaklaşan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de, barış sürecine halel gelmemesi kaygısıyla Kürt hareketinin Tayyip Erdoğan’ı desteklemesi durumunda bu kopuşun derinleşeceğine şüphe yok.
Ölümler Ülkesi kırmızının tabiatına küstüğü bir ülkede gözyaşlarıyla yıkıyoruz her sabah yüzümüzü çocukluğumuzla ekmek almaya gidiyoruz annemize cesedimizle döneceğimizi bilmeden dişleri çıkmamış bebelerin çığlıklarına babası ölmüş madenci olarak işleniyoruz çünkü kanlı sarkaç oyunları keşfetmiş melunlar devlet-i ala kimliklerini kusmukla kutsuyorlar neylesin sözcükler ar damarı çatlamış ifritlere Tanrı bile kudretli gölgesini çekmişken ah kim demiş ki ölümcül değildir ülkem! Hıdır Işık