”Alamancı”
Selma, sevgili torunum!
Atlayıp bindiğimiz kara tren birçok ara duraktan sonra Kopenhag Tren Garı’na vardı. Bir sonraki gün, bir tanıdığın veya bir aile üyesinin davetiyle geldiğimiz, Kopenhag’ın batı semtlerinde bir fabrikada bulduk kendimizi. Danimarka dili, kültürü ve çalışma kültürü ile tanışmamız büyük bir değişim olmuştu bizim için. Beraberimizde getirdiğimiz geçmişimiz, gelişimizden itibaren bize mücadeleye geriden eksik kadroyla başlamamız anlamına geliyordu ki, bu bütün hayatımız boyunca bizleri bir gölge gibi takip etti.
Zamanla köyde bir traktör, başımızı koyacak bir ev ve geri dönüş yapacak kadar yeterince para biriktiremeyeceğimizi anladığımızda, buraya daha büyük bir bağlılık hissetmeye başladık. Fakat her seferinde ve yeri geldikçe burada ülkenin sorunları için günah keçisi yapılmamız bizi hayal kırıklığına uğratıyordu. Aynı zamanda bir zamanlar bıraktığımız ülkemizin de değiştiğini gördük. Doğup büyüdüğümüz ülkemizdeki insanlarımız, bizi artık kendilerinden biri olarak görmediler. Almanya’da çalışan büyük iş gücünden dolayı ve artık kendilerinden biri olmadığımız manasında bizlere “Alamancı” dediler. Sadece bir döviz kaynağı olarak görüldüğümüz için, çayıra salalım, mevlam kayırır misali tek başımıza bırakıldık.
Ben dahil hiçbirimiz, geldiğimiz kara trenlerle geri dönüş yapmayıp da, her yıl izine gittiğimiz uçakların kargosunda tabut olarak geri dönüşü anlayamadılar. Hatta ki bazılarımız buranın toprağına verildi ve öyle görünüyor ki en yakınlarımız buraya ait oldukları için, gelecekte de en doğalı bu olacaktır.
Buraya kısa süre süreliğine geldiğimizi zannediyorduk. İlk geldiğimiz yıllarda kaldığımız pansiyon odasında, yerlere serdiğimiz 5 kişilik döşeklerde, vardiyalı çalışan 9 kişi olarak nasıl kaldığımızı hatırlıyorum. Birimiz işteyken, bir diğeri onun döşeğinde yatıyordu. Giren çıkanların sayısından şaşıran ev sahibimiz, gelip içeridekileri sayınca, misafirimiz diyorduk aynı döşeği paylaştığımız kişi için. Geldiğimiz ülkenin sunduğu imkân ve menfaatlerden çok, bir an önce nasıl daha fazla para biriktirip, geriye dönebilmenin hesabını yapıyorduk.
Yıllar içinde hiçbirimiz köy ile olan bağımızı koparmadık. Fiziksel olarak Danimarka’da yaşasak da ruhen geldiğimiz yerde yaşadık. Danimarka ile geldiğimiz yer arasında iki arada bir derede kaldık. Öyle bir yaşantı sürdük ki ne Türkiye bizim evimiz oldu ne de Danimarka. Bir ayağımız doğduğumuz büyüdüğümüz yurdumuzda iken, diğer ayağımız yeni geldiğimiz ve doyduğumuz yeni yurdumuzda asılı kaldı. Hem dil ve hem de kültür olarak ayakta sendeleye sendeleye gidip geldik. Danimarkalıların deyişi ile “iki dil ve iki kültür arasında kaldık.”
Geldiğimiz ülkenin bizlere sunamadığı ekonomik fırsatları, demokrasiyi, adaleti, insan haklarını, yaşama hakkının kutsallığını burada tanıdıkça ve geldiğimiz ülke ile bu konudaki farklılıkların arttığını gördükçe, buraya olan hayranlığımız arttı. Her ne kadar Danimarkalıların bazıları bizi buraya ait kabul etmese de benim gibi çoğumuz, kendimizi buraya ait hissettik. Umutlarımızı hayallerimizi buraya taşıdık.
Yerlisi olmasam da yeni yurdum gibi sahiplendim. Skor tablolarında, uluslararası arenada kalbim, Danimarka için küt küt attı. Bazı kendini bilmezlerin, Danimarkalılar için söyledikleri abuk sabuk laflar bana söylenmiş kadar içimi acıttı. Hele hele bazılarının farkında olarak veya olmayarak Danimarkalı yerine “gâvur” kelimesini kullanması beni hep çileden çıkarttı. Nasıl Danimarkalıların bizi Müslüman olarak ayrı bir kasaya yerleştirmeleri hep tuhafıma gittiyse, bizimkilerin de onlara “Hristiyan” şapkası taktırmalarını hep yadırgadım.
Oysaki hepimiz anamızdan çırılçıplak, doğal ve saf bir insanoğlu olarak doğuyoruz. Kültür, din, dil ve ırk dedikleri kaftanlar bize sonradan giydiriliyor. Hepimiz anlamsız ve mantıksız sınıflara ve kasalara ayırtılıyoruz. Şahsen kendim hiçbir zaman insanlara bu kaftandan giydirmedim ve kimselere de bu kaftanı yakıştırmadım. Herkesi doğanın binbir rengine bürünmüş gördüm. Alman, Çinli, Danimarkalı, Türk, Kürt, Rum, Ermeni ve Arap olarak görmedim. Bu değişiklikleri ve diğer kültürlerle tanışma ve kaynaşmayı bir avantaj, göçün fıtratı ve genetiği olarak gördüm ve benimsedim.
Selma, canım!
Ekilmiş bulunan umudun tohumları, bu yarım asrı geçen göç hikâyesinde şimdi yeşermiş bulunmakta. Bu yeşeren tohumlar bu satırları okuyan sen ve küçük Emil gibi daha binlercesi. Bazen gettolarda varoşlarda, bazen zengin semt mahallerinde ve bazen de sıradan bir semtte yeşermiş tohumlar olarak, çocuklarımız ve torunlarımız olarak, başka kökenli yeni Danimarkalı kimliğinizle karşımıza çıkmaktasınız. Her göçün geninde olduğu gibi, bizim göçümüz de beraberinde neslimizi ve gelecek nesilleri etkileyecek toplumsal sorunlar doğurdu.
Babanın yani ikinci kuşağın ve ardından senin kuşağının yaşadığı sorunlar ve zorluklar ve ileride Emil ’in yaşayacakları, bu yaşanılmışların bir halkası niteliğinde. Hepsi bizim yaşantımızdan ve bizim eksiklerimizden, politikacılardan ve de uygulanan kanunlardan kaynaklanarak bugüne kadar büyümüş sorunlar. Sen bunları konumun itibarıyla, benden daha iyi analiz edebildiğin için, ben sadece geçmişe giderek içimdekileri sana yazmaya çalıştım.
Sağlıklı bir hayat yaşamış olmamda teselli bulmanı ümit ediyorum. Ayrıca hayat bana hiçbir atamın ulaşamadığı bir yaşa erişmeyi de bahşetti ve en önemlisi de sizler gibi bir aileyi bahşetti bana. Bu yüzden beni, ben yapan ve bugüne getiren yüce yaratıcıya şükran borçluyum.
Şu an neler yazdığıma dair mektubuma göz atarken, başta yazdığım birkaç sayfadan daha çok yazmış olduğumu hayretle fark ettim. Fakat yazmakta böyle bir şey değil midir? İnsan yazmaya başladı mı, arkası bir çorap söküğü gibi geliyor.
Bu yüzden yeter ki yazalım. Yazılmamış, yazılması gereken o kadar çok şey var ki. Atalarımız destan anlatıcı ”dengbejler” sayesinde hikâyelerini, masallarını ve hayallerini, dudaktan dudağa, kulaktan kulağa, bir toplum hafızası olarak destanlaştırıp yaşattılar. Fakat zamanla sözlü anlatım geleneğiyle anlatılanların çoğu yazıya geçirilemediği için unutuldu ve kayboldu.
Sizin için böyle değil ama. Bugün size tüm imkânlar sunulmuş durumda. Dünya küçülmüş, sınırlar kalkmış ve dünya avuçlarınızın içinde. Sizi bir gölge gibi takip eden akıllı cep telefonlarınız ve çantanızdan eksik etmediğiniz tablet ve düz üstü bilgisayarlarınız var. Bir tuşla dünyanın öbür ucuna anında haber uçuruyor, istediğinizi ifade edebiliyorsunuz.
Selma, canım!
Bir zamanlar Mezopotamya’dan, Fırat ve Dicle nehirleri arasındaki bir dağlık bölgeden başlayan göçümüz, Orta Anadolu bozkırlarında yeni bir hayat bulmuştu. Geçen yarım yüzyılda buraya taşınan göçümüz kabaca bir tarifle bir muhasebe defterinden farklı değil.
Bu muhasebe defteri kayıplar ve kazanımlarla dolu. Umuda yapılan yolculuk, bugün sıradan bir Danimarka evini andıran bir evde sonlanıyor.
Peki, umuda yapılan yolculuk, son durağına mı geldi? Bu soruya kesin ve kısaca cevabım büyük bir “HAYIR”. Bir sonraki umuda yolculuğun rotasını siz “yeşermiş tohumlar” ve yeni nesiller, oluşacak koşullarla birlikte belirleyeceksiniz. Biz misyonu başlatmıştık, siz vizyonlarınızla ileriye taşıyacaksınız.
Kanaatim o ki ve bu konuda çok değişik görüşlerin olduğunu, hatta senin bile farklı düşünüyor olabileceğini tahmin edebiliyorum.
Görüşüme göre, umuda yolculuk bir zamanlar hiç bitmeyeceğini düşündüğümüz hayat gibi bir gün bitecek. Göçün fıtratında olduğu gibi, uyum adı altında assimilasyonla son bulacak. Hiçbir göç geriye yaşanılmıyor, sadece ileriye doğru yaşanılıyor. Günü gelecek biz bugünün göçmen Danimarkalıları tamamen Danimarkalılaşacağız. Benim veremediğim cevap; acaba bunun için kaç kuşak geçmesi gerekiyor?
Kucak dolusu sevgilerimle
Deden Yusuf
Bir yanıt yazın
Yorum yapabilmek için oturum açmalısınız.