Danimarkalı yazar Stig Dalager’in 6 Şubat’ta Politiken gazetesinde yayınlanan, Danimarka’nın göçmen merkezlerindeki koşulları ve izlenen sertleştirme politikalarına tarihi olarak ele alan yorum yazısını yazarımız Hüseyin Duygu’nun çevirisiyle okurlarımızla paylaşıyoruz.
Yazar Stig Dalager
Türkçe çeviri: Hüseyin Duygu
Mülteciler, Köle tacirliği
İnsanı aşağılama, Danimarka göçmen merkezlerindeki koşullardan dolayı manşet olmalı.
On yıllardır Danimarka’nın gözlerini mültecilere kapatması ve bunun yerine birbiri ardına insanlık dışı ‘sertleşme’ politika uygulaması utanç verici ve iç karartıcı.
Sally’nin yaptığı V. Frederik alçı büstünün bir kopyası, Sanat Akademisi’nden çalındı ve limana atıldı. Bu sanatsal eylem yapılış nedeni, 17. ve 18. yüzyılda diğer birçok Avrupa ülkesiyle aynı doğrultuda hareket eden Danimarka’nın, büyük ölçekli köle ticaretine ve bundan elde edilen gelire katılmasını görünür kılmaktı. Bu dönemde en az 12 milyon Afrikalı, insanlık dışı koşullar altında Amerika’daki denizaşırı kolonilere köle işçiliğine götürüldü. Bu yolculuklarda 2 milyon köle öldü, bunlardan 40.000’i Avrupa gemi taşımacılığı sırasında öldü.
Köle taşımacılığı çok şüpheli ve aslında yasadışı bir eylem, bu durum Danimarka Kültür Bakanı Joy Mogensen’de (S) çok büyük bir öfke uyandırdı: “Tarihle yüzleşmeli ve bu konuda daha akıllı olmalıyız. Saklamayın ya da silmeye çalışmayın ‘ dedi.
Ama buna hazır mıyız? Örneğin, yakalandıktan sonra Hollanda kolonilerine götürülen ve şeker kamışı tarlalarında köle olarak kullanılan 500.000 Afrikalıya Hollandalıların verdiği acıdan dolayı Hollanda kraliçesi birkaç yıl önce resmi bir özür diledi. Hollanda’nın aksine, Danimarka kölelerin bugünkü ailelerinden, Batı Hint Adaları’ndan – şimdiki Virgin Adalarından – asla resmi bir özür dilemedi.
Yaklaşık 125.000 Afrikalı, Danimarka gemileri ile Danimarka Batı Hint Adaları’na nakledildi ve 1848 yılına kadar Danimarka’ya ait şeker kamışı tarlalarında köle olarak çalıştırıldı.
Birkaç yıl önce, bu konu siyasi tartışmaya açıldığında, resmi bir özre gerek olmadığı ve yersiz olduğuna dair pek çok safsata ve savunma dolu açıklama yapıldı, ancak asıl konu, özrün hem içe hem de dışa Faroe dönük olmasıdır.
İzlanda, Grönland, Faroe adaları
Bu sadece bir ulus olarak, çok büyük bir grup insan için gereksiz, hatta ölümcül acılara neden olduğu vicdani bir kabul değildir – servetin verdiği acı, aynı zamanda çok şeyin önemli bir parçası haline gelebilir. Danimarka ve Danimarkalıların hem sömürge gücü olarak sahip oldukları rol – hem de İzlanda, Grönland ve Faroe Adaları için de geçerlidir – ve Danimarkalıların mülteciler ve göçmenler konusunda oynadıkları ulusal rol, İkinci Dünya Savaşı’nın sonlarından günümüze kadar Danimarkalıları hep ikiye böldü.
Avrupa tarihi ve sömürge geçmişi konusunda uzmanlaşmış Cambridge profesörü Kenneth Clarke’ın söylediği gibi, küstahlığı ve diğer sözde ırklara (veya daha iyi etnik kökenlere) üstünlük duygularıyla Avrupa sömürgeci geçmişi hala Avrupa’nın bugününde gürlüyor.
Sömürgesizleştirme
En azından Afrika tarafından, Avrupa tarafından empoze edilen sömürge geçmişinin Afrika kıtası için geniş kapsamlı ekonomik, insani ve kültürel sonuçlarıyla birlikte sömürgesizleştirme başlığı altında uzun zamandır bir hesaplaşma yaşanıyor – bu konu hakkında, biz de Avrupalılar olarak diyaloğa girmeye hazırız, ancak Avrupa şimdi de dış dünya, diğer kültürler ve etnik kökenlerle olan ilişkimizi hâlâ karakterize eden Avrupa merkezciliğini korumaya devam ediyor.
Burada Danimarka’da, Avrupalılara ve Avrupa’ya sunacakları çok şey olmasına rağmen, Afrika’daki kolonilerin sona ermesi tartışmasını eleştiriler ve vizyonlarla karakterize eden önemli seslerle ilişkilendirdiğimiz mutlak enderliklerden biridir.
Güney Afrika Johannesburg’daki Witwatersrand Üniversitesi’nde profesör olan filozof Achille Mbembe bu seslerden biridir.
Kenyalı yazar Ngugi wa Thiong’o’ya ve 1981 tarihli ‘Aklın De-kolonize Edilmesi’ adlı kitabına atıfta bulunan Mbembe, ‘evrendeki başkalarıyla ilişkili olarak kendimizi karşılaştırarak görmeyi istemeyi’ bir özgürlük perspektifi olarak görüyor.
İnsanlık Çağında – ‘diğer insanların benliği’ ifadesinin her tür canlı türü ve nesneyi ifade ettiğini vurguluyor. Bunu akılda tutarak, dünyanın her yerindeki yüksek öğretim, hem gezegen ve doğa olan biyolojik çeşitlilikte kendini hayal etmenin hem de kendini hem içeriden hem dışarıdan görmenin zorluğunun arka planı olarak yeni geliştirilen ekolojik küresel bir bilinçle sunuluyor.
Bu, Avrupa dışındaki bilinen gelenekler için geçerlidir, yani Avrupa kuralları dışında kalan bilinen gelenekler, fikirler ve yöntemlerdeki farklılıklar için net bir göz ve açık, eleştirel bir diyalog olmalı. Başka bir deyişle, gelenek ve düşüncede daha büyük bir coğrafi, kültürel ve aynı zamanda etnik olarak bir çeşitliliğin tanınması için çalışmak gerekiyor.
Müslüman Göçmenler
Günümüz Avrupa’sında ve Danimarka’da kültürel ve politik gerçekliğe baktığımızda, örneğin özellikle Orta Doğu’dan gelen göçmenler ve mültecilerle ilgili hala yaygın olan en kötü önyargıları rafa kaldırmak gerekiyor. Danimarka’da dört Danimarkalıdan birden fazlası, yani bir kamuoyu yoklamasına göre nüfusun yüzde 28’i Müslüman göçmenlerin Danimarka’dan kovulmasını istiyor. Üstelik bu anayasal din özgürlüğüne uyulmadan isteniyor.
Müslüman azınlıklarla ilgili olarak Avrupa çapında izlenebilen demokratik değerlerdeki bu düşüş ve siyasi düzenin bu değerlerle ilgili olarak bayrağı yüksek tutmaması göz önüne alındığında, AB’nin – yakın geçmişte bir entegrasyon paketi kabul etmesine karşın, uygulamada, AB’nin sözde dış sınırlarında mülteci ve göçmenlerin giderek daha sistematik olarak maruz kaldıkları şiddetin öfkesini durdurmak için hiçbir şey yapılmaması hiç şaşırtıcı değil.
Bu sözde sınır dışı etmede – örneğin. Hırvatistan sınırında – sınır polisi göçmenlerin kol ve bacaklarını kırıyor ve saçlarına boya sıkarak ‘haç’ çiziyor.
Zor, zorla uzaklaştırılmalı
Kriminoloji uzmanların söyledikleri tüm bilgilerin aksine kural şöyledir: Zor, zorla uzaklaştırılmalı. AB Üye Devletleri de dahil olmak üzere AB, müdahale etmeden uzunca bir süredir Yunan mülteciler ve göçmenler için toplama kamplarındaki koşullarına göz yumdu. Bu en azından Midilli’deki Moria Kampı için geçerli.
UNICEF, mülteci kampları
BM’nin, sivil toplum kuruluşlarının, doktorların ve mülteci kuruluşlarının kampların insanlık dışı koşullarıyla ilgili çağrıları AB’den ve Avrupa ülkelerinin hükümetlerinden sıçradı ve kamp Eylül ayında yanarak binlerce insanı evsiz bıraktığında Danimarka hükümeti de Unicef’in bir grup evsiz çocuğu kabul etme çağrısına kulak tıkadı.
En önemlisi, Danimarka hükümeti, Midilli’deki evsiz çocuklarla ilgili olarak bile, 73 yerel siyasetçinin ülkenin dört bir yanından 267 yerel politikacı adına yazdığı “dayanışma” yapalım çağrısını görmezden gelebilmiştir. Bu çocuklardan belirli sayıda Danimarka’ya alıp “onlara güvenli bir yaşam’ sağlanabilirdi.
Bu gazetede 16 Ekim’de getirilen itirazda şunlar belirtiliyor: Yüreklerimizde ve Danimarka belediyelerinde yerimiz var. Son birkaç yılda yeni gelenleri başarılı bir şekilde entegre ettik ve elbette birkaç çocuğa daha sahip çıkabiliriz.
Mülteci Çocuklar, Mülteci Düşmanlığı
Yerel siyasetçiler, en az 11 Avrupa ülkesinin bazı çocukları ve ailelerini kabul etmeye hazır olduklarını beyan ettiklerine değinerek, Çocukların Başbakanı’na ve Hükümete ‘Avrupa dayanışmasını’ göstermeleri için başvurdular.
Ancak Avrupa dayanışması, AB’nin Avrupa ülkeleri arasında mülteciler için kota dağıtmamasından tek çıkış yolu olsa da, başarısızlığı yaratan ve en azından neden olan, Orta Doğulu göçmenlere karşı önemli önyargı ve bireysel Üye Devletlerdeki artan milliyetçiliğin birleşimidir. Danimarka, daha önceki kapsayıcılık ve hümanizm konusundaki itibarından hızla uzaklaşan bir ülke olarak öne çıkıyor.
Nüfusun çoğunluğunun son parlamento seçimlerinden önce yapılan kamuoyu araştırmalarında ifade ettiği göçmenlik mevzuatında daha fazla kemer sıkmaya yönelik isteksizliğin – diğer şeylerin yanı sıra Danimarka Halk Partisi’ni de yok ederek – göçmenler için daha kapsayıcı bir atmosfere yol açacağına inananlar ve mülteciler, hükümetin politikasıyla beklentilerinin tam tersine tanık oldular.
Avrupa’nın insani açıdan en aşağılayıcı mülteci kamplarından birinde sadece savunmasız ve evsiz çocuklar için değil, aynı zamanda seçimden önce memnuniyetle karşılanan kota mültecileri için bile yeterli yer yok, bu bir küçük bir örnek. Durum bu kadar acil ve kötü olmasına karşın, Danimarka hükümeti, Sosyal Demokratların iltica ve mülteci politikasının sonucu olarak, Afrika’da bir yerde bulunan bir bürosuna yapılması zorunla olan başvuru prosedürü aracılığıyla, her türlü sığınma başvurusunun önünü keserek, sığınmacı, göçmen ya da mülteciler için sınırları fiilen tamamen kapatmayı amaçlıyor.
Afrika kıtasından mültecilere ve göçmenlere karşı zaten sistematik olarak şiddet uygulayan Kuzey Afrika devletleri ile işbirliği içinde iltica başvuru merkezleri kurma planının gerçekçi olmayışını sürekli inatla reddedilmesiyle, aynı zamanda sert sığınma profili de korunuyor ve seçmenlerine, bir çözümün yolda olduğu mesajı verilmek isteniyor.
İnsanı aşağılama, Danimarka göçmen merkezlerindeki koşullardan dolayı manşet olmalı.
Danimarka’nın mülteci sözleşmelerine zamanında ilk imzalayanlar arasında olmasına karşın, önceki hükümetin entegrasyon bakanı mülteci sözleşmelerinin pratikte uygulanmasını şüphe uyandıracak bir biçimde beklemeye aldı.
Danimarka’nın mülteci sözleşmelerinin sınırındaki son 10 yıllık siyasi savaşının bu dansı, kendi içinde, değişen ruh halleri ve politik atmosfer sırasında temel yaşamı değiştirmeye ya da ihmal etmeye yardımcı olabilecek siyasi eğilimlere karşı bir siper olarak ne kadar önemli olduklarının bir işaretidir. Çoğu zaman doğum yerlerinden uzakta barınak ve mutluluk aramaya zorlanan insanların ihtiyaçları da bu.
Dünyayı başkalarının gözünden görmek
Yahudi-Alman-Amerikan sosyal düşünürü Hannah Arendt’e göre, dünyayı başkalarının gözünden görmek, Batı toplumları için en büyük zorluklardan biridir ve bu görüşü savaş sırasında Yahudi bir mülteci olarak Avrupa’da edindiği kendi deneyimlerine ve çeşitli analizlere dayanmaktadır. Evsiz mültecilerin, neden bahsettiğini kendi yaşamından biliyordu.
Azınlıkların çoğunluğu oluşturan toplum tarafından tanınmasının önemi üzerine düşüncelerini birkaç kitapta yazan Alman sosyal bilimci Axel Honneth de yukarıda sözünü ettiğimiz Arendt’in fikirlerinden esinlendi ve Batı toplumlarında Müslüman azınlığın kabul görmesinin ve güven içinde yaşayacağı bir hayata ulaşmasının ne kadar zor olduğunu gösterdi.
Yasaları yapanlar için bu ihtiyacı karşılamanın ve aynı zamanda göçmenlerle ilgili suçlarla mücadele için bir çerçeve oluşturmanın ne kadar zor olduğu, en azından sosyal nedenlerle değil, halkın tümünü damgalamasa da, hala bir sorun. Hükümetin son önerileri bunu gösteriyor.
Entegrasyon Bakanı Mattias Tesfaye (S), Meclis’in 8 Ekim’deki açılışında, tartışma başlatan düşüncesini Kopenhag Polis Emniyet Müdürlüğü’nde dört bakan olarak yaptıkları basın toplantısında daha sert bir duruş sergileyerek “Her zamankinden daha sert davranacağız” diyerek tekrarladı. Sözde güvensizlik yaratan davranışlara yönelik dört maddeden oluşan bir yasa teklifi getireceklerini de dile getirdi.
Batılı olmayan gençler
Politikacıların kendi retoriğine göre, yaklaşık 20 yıl süren sıkı göç ve göçmenlik politikasından sonra, sözde gerekli ve “sıkı”, “anında” ve “sert” tedbirler alınması düşüncesini savunanların aleyhine döndü – Adalet Bakanı Nick Hækkerup şimdi – “diğer etnik kökenlere sahip erkekler” ya da Başbakan’ın “Batılı olmayan genç adamlar” kelimesini seçmesiyle, görünüşe göre şimdilik bu sonuca vardık.
Suçlu alanındaki bilinen tüm bilginin karşısında savunulan şudur: Zor, zorla uzaklaştırılmalı ve çoğu siyasi partinin yabancılar alanındaki en sert profille ortaya çıkma yarışında, Sosyal Demokratlar iktidar partisi olarak bu konuda başı çekerek birinci sırayı alacaktır.
2005’te, bu gazetede bir protestoda, şu anda sadece ‘göç tartışmasının tonuna’ değil, aynı zamanda işgücü piyasasındaki etnik ayrımcılığa ve çifte eğilimlere karşı çıkan 12 yazarlık bir gruptuk. Bizim için ayrı bir yasa ve diğerleri için başka bir yasa o zaman da vardı.
Yeni yasa tasarısı şimdi – 15 yıl sonra – toplumdaki belirli bir grubu hedefleyen ve her şeyden önce etnik kökeniyle diğerlerinden farklı olan özel bir yasanın imzasını taşıyor. Böyle bir tasarının etkisini, kriminolog Profesör Flemming Balvig, kısa süre önce bu gazetede ‘kahverengi suçlu politikası’ olarak adlandırmıştı.
Kahverengi bir suçlu politikasının psikolojik-toplumsal etkisi, sözde farklı etnik kökene sahip ve tipik olarak kahverengi ten rengine sahip herkesin potansiyel olarak toplumun geri kalanından dışlanması ve kendilerini potansiyel suç şüphesi altındaki kişiler olarak deneyimlemesidir. Meclis’deki çoğu partinin önderlik ettiği siyasi retorik aracılığıyla, kendilerini çoğunluk toplumundan ayrı ve ek olarak deneyimlemekle kalmazlar, aynı zamanda şimdi de – yine – bu yasalar aracılığıyla kendilerini toplumun dışında hissedeceklerdir.
Kanunlar ve düzenin sağlanması doğrultusunda verilmek istenen sembolik mesajı vermek için dört maddelik yasa tasarısının sunumunu dört bakanın Emniyet Müdürlüğü’nü seçmesi ironiktir, zira Polis Derneği’ne göre, mahkeme kararı olmadan ve sözde güvensiz davranışlarda bulunanlara polis olay yerinde, örneğin genç bir adama 10.000 kron idari para cezası verebilecek, cep telefonuna ya da ceketine el koyabilecek, “kitlesel çatışmalara” yol açabilecek bu uygulama tam tersi toplumsal güveni değil, güvensizliği tetikleyecektir.
Polis Derneği’nin eski başkanı Claus Oxfeldt, anaokullarında, okullarda ve kulüplerde ilgisiz ve şefkatsiz büyüyen gençlerle ilgili önleyici çabaların güçlendirilmesinin önemine işaret etti.
Politikayı belirleyen ekibin özellikle önleyici çabaların seviyesini düşürmeyi seçtiği açık ve net, sözde “getto paketi” kapsamındaki sosyal konut çabasından 100 milyon DKK tutarında büyük tasarruf yapmaları bunun göstergesidir.
Avustrup
Entegrasyon Bakanı Tesfaye ve hükümetin yabancılar alanındaki sert tutumu hiç şaşırtmıyor, Tesfaye’nin, yapılan anlaşma ve verilen söze rağmen, çocuklu sığınmacı ailelerin – şimdi Kendi Ülkelerine Gönderme Merkezi Avnstrup’a yerleştirilmesini sağlamış olması da şaşırtıcı değil. – bu aileler artık burada kendi yemeklerini yapma fırsatı buldular!
Kendi ülkelerinde dışlanmış durumdalar ve şimdi Danimarka’da beşinci veya altıncı yılda tamamen aşağılayıcı koşullarda yaşıyorlar. İnsanı aşağılama, Danimarka göçmenlik merkezlerindeki koşullarda manşet gibi görünüyor.
Ellebaek Göçmenlik merkezi
Avrupa Konseyi İşkence Komitesinden gelen bir raporda, Nordsjaeland’daki, Ellebaek Göçmenlik Merkezi’ni “hapishaneden daha kötü” olarak adlandırıyor. Ellebaek’te 13 yıl boyunca papazlık yapan Per Bohlbro, deneyimlerini şöyle bir araya getiriyor:
“Kapıdan güçlü ve umutlu gelen insanlar Ellebaek Merkezini içe dönük, öfkeli ve acı çeken hasta bireyler olarak terk ediyor.”
Poul Henningsen’nin 74 yıl önce gene bu gazetede yazdığı gibi, Danimarka’daki mülteci kamplarında çitlerin arkasında yaşayan birçok Alman’a karşı Danimarka’nın aşağılayıcı muamelesiyle ilgili yazdığı gibi: Söz konusu olan korkaklık ve gerçeğin korkusudur.
Bir yanıt yazın
Yorum yapabilmek için oturum açmalısınız.