Türk Devletleri Teşkilatı (TDT) kurulduğunda KKTC’yi tanıtma şansımızın arttığını düşünüyorduk. Ama şimdi TDT üyeleri birbiri ardından Güney Kıbrıs Rum Yönetimini (GKRY) Kıbrıs’ın tamamının temsilcisi olarak tanımaya ve Güney Kıbrıs’ta büyükelçilikler açmaya başladılar. Ne ilginçtir ki, Türk Devletleri Teşkilatı Aksakallar Heyeti Başkanı Türkiye Cumhuriyeti’nin eski başbakanlarından Binali Yıldırım.
Abdullah GÜRGÜN, Gazeteci – Yazar
Kazakistan, Özbekistan, Kırgızistan ve Türkmenistan’ın Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’ni tanımalarında en büyük sorumluluğu Türk hükümetleri ve yetkilileri taşıyor.
Perşembenin geleceği çarşambadan belliydi.
Kıbrıs Barış Harekatı’nın Başbakanı Bülent Ecevit’in anlattığına göre, daha başta, sorunlar başladı, koalisyon hükümeti dağıldı. Ecevit’e azınlık hükümeti kurma olanağı tanınmadı. 1983 yılında Ulusu hükümeti Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni ilan etti ancak daha sonra gelen Turgut Özal ve hükümeti bunu kabullenemedi. KKTC’nin tanınması için çaba göstermedi. (1)
Yazar Yılmaz Dikbaş, 17 Nisan tarihli bir makalesinde, “17 Aralık 2004 tarihinde Brüksel’de Avrupa Birliği (AB) ile Türkiye arasında imzalanan anlaşmayla Kıbrıs Rumlara verildi” diyor ve 2006 yılında AB belgelerine dayanarak Tabuta Çakılan Son Çivi kitabında yazdığını belirtiyor (2).
Vatan Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek 15 Nisan akşamı Ulusal Kanal’da Çıkış Yolu programında Vatan Partisi’nin iki girişimini hatırlattı. Özetle şöyle:
- Abhazya Cumhurbaşkanının daveti üzerine Abhazya’ya gidip, ortak bir bildiri hazırladık. Bildiride şu var, ‘Abhazya, KKTC’yi tanıyacak; Türkiye de Abhazya Cumhuriyeti Devleti’ni tanıyacak. Anlaşmanın arkasında Rusya da var. Bunu, Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı biliyor. Devamında Abhazya Meclis Başkanı ve 9 milletvekili, Dışişleri Komisyonu Başkanı dahil İstanbul’a geldiler. Kuzey Kıbrıs’a gidecekler, Abhazya Meclis Başkanı diyecek ki ‘Biz KKTC’yi tanıyoruz’. Bizim Dışişleri Bakanlığımız engel oldu. KKTC’nin tanınması engellendi.
- 2008 öncesi Denktaş’ın özel elçisi Hüseyin Macit Yusuf ile beraber İran Büyükelçisine gittik. İran’ın niye KKTC’yi tanımadığını sorduk. “Biz, 12 İslam ülkesi, Türkiye hükümetine başvurduk. Bize, ‘durun şimdi, zamanı değil’ yanıtını verdiler.” (3)
Ya portakal öyküsüne ne demeli?!.
Annan Planı tartışmaları sürerken KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün, ‘Bugüne kadar bir kasa portakal bile satamadılar, ne egemenliği’ sözüne sert yanıt vermiş; Türkiye’nin AB’den tarih almak için ‘Kıbrıs’ı feda ettiğini’ ileri sürmüştü. (4)
Denktaş şöyle konuşmuştu:
“Büyükelçinizi niye gönderdiniz? Bizi yaralamayın, gücümüze gidiyor. Egemenlik için mücadele, ‘Kıbrıs’ın meşru hükümetiyim’ diye diye tüm Kıbrıs’a sahip çıkmaya çalışan Rum tarafının tüm Kıbrıs’a sahip çıkma hakkı olmadığını gür sesle savunmakla, bu iddiada bulunanlarla masaya oturmamakla olur. Biz Türkiye’nin siyaseti nedeniyle devamlı surette masaya oturduk. Rum tarafı bizi ‘azınlık’ olarak yansıttı ve egemen olmadığımızı yaydı. Mecburen biz masaya oturdukça dünya bizi ‘meşru hükümetten haklar almak isteyen bir azınlık taraf’ olarak değerlendirdi… ‘Malını mülkünü satamıyorsun, futbol oynayamıyorsun, bu ne biçim egemenlik?’ demesi, kabul edilemez bir durum. Kıbrıs elden gidiyor”.
Denktaş’a göre, KKTC’yi kurulduğundan bu yana tanımaya hazır olan Bangladeş, Pakistan ve Azerbaycan’ın yolu daha başta “Amerikan baskısıyla” kesilmişti.
Türkiye’nin Yunanistan’ı NATO üyeliğini kabul etmesi saflığına ne demeli?!. (Bu gidişle Güney Kıbrıs’ın NATO’ya girmesine de göz yumulursa şaşmamak gerek)
Ya GKRY’nin AB üyesi yapılmasına göz yumma aymazlığını akıl alıyor mu?!.
Dahası var:
Geçen sene Netflix’te “Famagusta” isimli 24 bölümlük bir dizi yayınlandı. O dizide, 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı ve tarihi gerçekler çarpıtılıyordu, Türk askeri ve Türkler karalanıyordu. Kıbrıslı Türklere yapılan baskı, eziyet ve katliamlardan; planlı ve kasıtlı soykırımdan bahsedilmiyordu. Ne oldu? Türkiye gene teslimiyetçi bir tavır içindeydi. Netflix Türkiye’den kovulacağına 5.300.000 aboneye sahip oldu.
Netflix’in böyle bir diziyi yayınlayacağını duyurduğu sırada, 29 Ağustos’ta, Dışişleri Bakanı Hakan Fidan da Brüksel’de yapılan Avrupa Birliği Dışişleri Bakanları toplantısına konuk olarak çağrılmıştı. Beş yıldır toplantılara çağrılmayan Türkiye Dışişleri Bakanı neden çağrılıyordu?
Dışişleri Bakanlığımız AB’nin çağrısını AB’nin Türkiye ile bir “diyalog arayışı(!)” olarak değerlendirerek “olumlu karşılamıştı(!)” AB ise gene “egemen, eşitlik temelinde iki devletli çözüm”ü rafa kaldırmayı dayatıverdi.
4 Haziran 1878’de Sultan Abdülhamid ile İngiltere arasında imzalanan ve aynı yıl 12 Temmuz’da Kıbrıs’ın İngilizler tarafından işgaline yol açan “Kıbrıs Konvansiyonu (Cyprus Convention)”ndan bu yana Kıbrıs’ın Türklerden arındırılıp Rum/Yunan adası haline gelmesi adım adım gerçekleştirilmeye çalışıldı.
Emperyalizm, o zamandan bu yana İngilizlerin, “Havuç ve sopa (carrot and stick)” dedikleri taktiği uygulamaya devam etti.
Türkiye’nin teslimiyetçi tutumuyla Kıbrıs konusuna ne bir çözüm gelmiş ne de KKTC üzerindeki kısıtlamalar, baskılar ambargolar kalkmıştır.
Rum/Yunan yanlıları kara propagandalarını her alanda kararlılıkla yaymakta, Türk düşmanlığında sınır tanımamaktadır. Gerçekleri ters yüz eden filmler yapmakta kitaplar yazmaktadırlar.
Biz de gerçekleri yazmaya, duyurmaya, göstermeye çalışıyoruz. KKTC’nin tanınması için elimizden geleni yapıyoruz.
20 Temmuz 2024 Kıbrıs Barış Harekatı’nın 50. yıldönümünde KKTC Cumhurbaşkanı Sayın Ersin Tatar ve Danışmanı Prof. Dr. Ata Atun’un önsözleriyle yayınlanan “Bir Daha Asla – Yavruvatan’da Türk Soykırımı“ isimli kitabımızda esas olarak yabancı kaynaklara dayandık. Yabancıların tanıklıklarını sunduk. Bunlar arasında Kıbrıs’ta ilk görev yapan BM Barış Gücü’ne bağlı İsveç askerlerinin Komutanı ve Kıbrıs isimli bir kitap yazmış olan Albay Jonas Waern, Kıbrıs’ta görev yapan İsveçli polislerden, “İsveç Polisi Kıbrıs’ta” kitabının da yazarı Komiser Paul Holmberg, “Kıbrıs’ta BM Gözetiminde Türk Soykırımı” kitabının yazarı İsveçli Teğmen Willy Lind, İngiliz Hukukçu Milletvekili Michael Stephen, “Kıbrıs’ta Soykırım” kitabının yazarı İskoçyalı Gazeteci Yazar Harry Scott Gibbons’u sayabiliriz.
Kitapta görüşlerine yer verdiğimiz diğer önemli bir kişi de Stockholm Akdeniz Müzesi Kıbrıs Bölümü Sorumlusu Marie-Louise Winbladh’dır. Winbladh bu görevde otuz yıl çalışmış, Kıbrıs’ta kazılara katılmış, Yunanistan’da bulunmuş, Kıbrıs konusunda pek çok kitap yazmıştır. İsveçli kadın arkeolog Winbladh aynı zamanda bir Yunan ile evliydi. Yunancayı da anadili gibi konuşuyor. Yunan kocasından bir de oğlu var.
Marie-Louise Winbladh kitaplarında yalnız arkeolojik kazıları anlatmıyor. Kıbrıs’ın ve Rumlar dahil Kıbrıslıların Anadolu’nun parçası olduğunu da belge, bilgi ve DNA araştırmalarıyla açıklıyor. Winbladh otuz yıl boyunca Rum ve Yunan meslektaşları ve siyasetçileri tarafından nasıl aldatıldığını, anılarıyla anlatıyor. Bunları da aktardık.
Winbladh’ın şu sözü her şeyi özetliyor: “Otuz yıl Yunan/Rum propagandasına kanmışım.”
Sözün özü, aslında gerçekleri bilen söyleyen namuslu Batılılar da var. Bunların tanıklıklarını çok iyi değerlendirmemiz gerekiyor. Başta Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ve Türkiye Cumhuriyeti görevlileri ve yetkilileri olmak üzere hepimize gerçekleri anlatmak ve KKTC’yi tanıtmaya çalışma görevi düşüyor.
Bülent Ecevit ile Kıbrıs Barış Harekatı’nın 15. Yıldönümü nedeniyle bir söyleşi gerçekleştirmiştik. Sayın Bülent Ecevit daha o zaman Türk hükümetinin KKTC’yi tanıtmadaki zaaflarına dikkat çekmiş; Türkiye’nin Kıbrıs konusunda kararlı olması gerektiğini vurgulamıştı.
Bülent Ecevit’in otuz beş yıldır dikkate alınmayan kısa ve kesin çözümü şu:
“Bütün iyi niyeti gösterdik. Bir sonuç alamadık. Artık bizim sorumluluğumuz ortadan kalktı. Kıbrıs Türkleri kendi kendilerini yönetiyorlar. Rumlar ne zaman bir anlaşmaya hazır olursa onlar gelsinler, “biz hazırız” desinler”. (5)
O kadar…
- Abdullah Gürgün, Bir Daha Asla – Yavruvatan’da Türk Soykırımı, Namos Kitap, Ankara, 2024, s. 259
- https://toplumsal.com.tr/kibris-konusunda-turk-halkini-aldatiyorlar
- https://www.aydinlik.com.tr/haber/hukumet-kktcyi-tanitma-stratejisi-izlemedi-perincek-turk-devletlerinin-ab-ile-anlasmasini-degerlendirdi-kabahatli-turk-hukumeti-521528
- https://www.hurriyet.com.tr/gundem/ab-den-tarih-icin-bizi-feda-ettiler-38595447
- Abdullah Gürgün, Bir Daha Asla – Yavruvatan’da Türk Soykırımı, Namos Kitap, Ankara, 2024, s. 262
ECEVİT: “BIRAKIN RUMLAR BİZİM AYAĞIMIZA GELSİN”
BÜLENT ECEVİT İLE KIBRIS BARIŞ HAREKATI ÜZERİNE SÖYLEŞİ: 21 Temmuz 1989 tarihinde Bülent Ecevit ile Ankara’da Oran’daki evinde Kıbrıs Harekatının 15. yıldönümü nedeniyle bir söyleşi gerçekleştirmiştik. Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı olarak Kıbrıs Barış Harekatı’nda en üst sorumlu ve yetkili olan Bülent Ecevit’in açıklamaları bugün de büyük önem taşıyor, yol gösteriyor.
Abdullah Gürgün (AG): Kıbrıs Barış Harekatı’nı gerektiren nedenleri açıklar mısınız?
Bülent Ecevit (BE): Kıbrıs için Londra ve Zürih anlaşmalarına dayanarak bir uluslararası statü belirlenmişti ve bu statüye dayanarak bir cumhuriyet kurulmuştu. Bu cumhuriyette adadaki Türklere bazı haklar tanınıyordu. İnsan hakları ve bazı özgürlükleri güvence altına alınıyordu. Ve Kıbrıs Cumhuriyeti’nin yönetimine belli bir oranda katılabilmeleri sağlanıyordu. Fakat Makarios liderliğindeki Rum yönetimi uluslararası anlaşmalara dayanan bu devletin anayasasına ancak üç yıl tahammül edebildi. Ondan sonra anayasayı resmen yürürlükten kaldırdı. Ve 1963 Noel’inden itibaren Kıbrıs’taki Türklere kanlı saldırılar başladı. Yer yer ve zaman zaman bunlar soykırım ölçüsüne bile vardı. Nihayet 1974 Temmuz’unun on beşinde Kıbrıs’ta bir darbe oldu. Bu darbeyi düzenleyenler Atina’da iktidarda olan cuntanın altı yıldır başında bulunan askerlerdi, generallerdi ve onların Kıbrıs’taki adamlarıydı. Ve zaten Kıbrıs Yunan askeri birliklerinin işgali altına girmişti. Ve hatta Makarios da bundan şiddetle yakınmaya başlamıştı.
15 Temmuz’da Yunan Askeri Cuntası’nın tertibiyle uygulanan darbe Kıbrıs’taki Türkler için nasıl tehlikeler taşıyordu? Bunu anlatmak için Makarios’un bir demecine bakmakta yarar var. 1974 Kıbrıs Barış Harakatı’mızdan kısa bir süre sonra ünlü İtalyan gazeteci Oriana Fallaci Makarios’la bir söyleşi yapar ve Makarios on yıl öncesine ait bir olayı şu şekilde anlatır, der ki, 1964 yılında bana bir Yunanlı subayla bir Kıbrıslı Rum geldi. Yunanlı subay , “efendimiz”, dedi, ” Kıbrıs sorununu temelden çözmek için bir planımız var, o planı size sunmaya geldik…
Makarios soruyor “nedir bu plan?” diye. “Adanın her yerinde birden, ansızın bütün Türklere saldıralım ve son bireyine kadar adadaki Türkleri yok edelim”…
Makarios bile buna tepki gösterir.Bu tepkiye kızan Yunanlı Subay hiddetli bir şekilde Makarios’un yanından ayrılıyor. Bunlar Makarios’un anlattıkları.
On yıl sonraya geliyorum. Kıbrıs’taki darbeyi düzenleyen Yunan Cuntası’nın başındaki General Yuanides (Dimitrios İoanidis) işte on yıl önce Makarios’a gidip bu planı sunan Albay Yuanides’tir. Yanındaki Kıbrıslı Rum da 1963 Noeli’ndeki kanlı davranışları dolayısıyla adı “Türk Celladı”na çıkmış olan Nikos Samson’dur. Ve o General Yuanides, Nikos Samson’u Kıbrıs’taki darbeyle Kıbrıs Cumhuriyeti’nin başına getirmeye kalkışmıştır.
Sırf Makarios’un anlattığı bu olay bile 15 Temmuz 1974 darbesinin Kıbrıs Türklerini ne kadar büyük bir tehlikeyle karşı karşıya bıraktığını göstermeye yetse gerektir. Kaldı ki, Akritas Planı gibi Makarios’un da bir ölçüde onaylamış olduğu bazı soykırım planları da vardı. Bunlar Rum kaynaklarınca da açıklanmıştı.
Kısacası, eğer Türk müdahalesi olmasaydı ve Yunan – Rum darbesi başarıya ulaşsaydı adadaki Türkler son bireyine kadar yok edilecekti. Büyük bir olasılıkla soykırımdan geçirilerek, en iyimser olasılıkla da adadan sürülerek, göçe zorlanarak yok edilecekti. Ayrıca Kıbrıs Adası Yunanistan’a katılacaktı. Bunun sağlayacağı büyük prestij Yuanistan’da altı yıldır iş başında bulunan askeri cunta rejimini, dikta rejimini büsbütün kökleştirecekti ve belki bu rejim günümüze kadar sürüyor olacaktı. Aynı askeri dikta rejimi Kıbrıs’ı da kapsamı içine alacaktı.
Tabii Kıbrıs’ın Yunanistan’a katılması ile Türkiye yalnız Batı kıyılarında değil, Güney kıyılarında da Yunanistan tarafından kuşatılmış olacaktı ve Türkiye’nin güvenliği ciddi bir tehlike altına girecekti. Bu durumda Türk – Yunan ilişkileri bir daha onarılamayacak ölçüde ve biçimde kopacaktı. Türk – Yunan ilişkileri onarılamayacak biçimde kopunca NATO’nun güneydoğu kanadı çökecekti. NATO’nun güneydoğu kanadı çökünce de, hele 1970’li yılların Dünya ortamında, Dünya dengeleri alt üst olacaktı.
İşte uluslararası anlaşmalara dayanarak, bir garantör devlet sıfatıyla Türkiye’nin yaptığı, giriştiği Kıbrıs Türk Barış Harekatı bütün bu tehlikeleri önlemiştir. Kıbrıs’ta hem Türkleri hem de Rumları özgürlüğe ve güvenliğe kavuşturmuştur. Yunanistan’a demokrasi’nin yeniden dönebilmesini sağlamıştır. NATO’yu büyük bir sarsıntıdan ve Dünya dengesini alt üst olmaktan kurtarmıştır.
AG: Bu harekatta belirleyici olan son nokta, esas olarak Samson’un Kıbrıs’ta darbe yapması oluyor…
BE: Tabii, zaten Kıbrıs’ta büyük bir gerilim vardı. Ve artık Makarios bile Yunan müdahalesinden Yunanistan’daki askeri cunta rejiminin fiilen Kıbrıs’ı işgal etmiş olmasından tedirgindi. Birşeyler olacağı belliydi. 15 Temmuz 1974 darbesi de bardağı taşıran damla oldu.
AG: Darbe plancıları nasıl bu yanlışa düştüler sizce, Türkiye’nin tepki göstereceğini hesaplamadılar mı?
BE: Şimdi, Yunanistan cunta yönetiminin başına 74 Temmuz’unun kısa bir süre öncesinde gelen ekip dengesiz maceracı bir ekipti. Yuanidis’in dengesiz bir adam olduğunu Yunanlılar da kabul ediyorlar. Samson’un da dengesiz bir adam olduğu Kıbrıs’ta biliniyordu.
AG: Amerikalıların ve İngilizlerin olurunu almış olabilirler mi?
BE: Onu bilemem ve bilmeden de birşey söyleyemem. Yalnız 15 Temmuz askeri darbesiyle bizim barış harekatımız arasında geçen 5 – 6 günlük temaslardan edindiğim izlenime göre diğer (2.) Kıbrıs Türk Barış Harekatı olmasaydı belki de Amerika Birleşik Devletleri ile İngiltere Kıbrıs’ta darbeyle oluşturulan yeni rejimi ve yönetimi içlerine sindireceklerdi. Hatta açıktan söylemeseler bile belki de Makarios’un bertaraf edilmesine sevineceklerdi.
AG: Kıbrıs Türklerinin baskı altında olduğu yıllardır biliniyordu. Ama Türkiye köklü önlemler almıyordu. Varsayımlı bir soru olacak ama Samson darbesi olmasaydı Türkiye’nin tavrı öyle mi sürecekti? Neler düşünüyordunuz Kıbrıs için o zaman?
BE: 1974 öncesinde Yunanistan’daki ve Kıbrıs Rum toplumundaki genel eğilim Kıbrıs’ın Yunanistan’a katılmasıydı. Türkiye’deki genel yaygın eğilim de Kıbrıs’ın taksim edilmesiydi. Onun için Yunanistan ve Kıbrıs Rum toplumu emellerini “ENOSİS” sloganıyla, Türkiye’deki yaygın eğilim de “Ya Taksim Ya Ölüm” sloganıyla dile getirirdi. Oysa ben ve uzun süre yöneticisi ve üyesi bulunduğum Cumhuriyet Halk Partisi “ENOSİS”i reddettiği gibi “TAKSİM”i de sakıncalı bulurdu. Çünkü Taksim de aşağı yukarı adanın Yunanistan’a katılmasına, yakın bir ölçüde Yunanistan’ın Türkiye’yi güneyden kuşatmasına yol açabilecekti ve başka bazı sorunlara neden olabilecekti. Onun için biz CHP olarak öteden beri Kıbrıs için en uygun çözümün iki topluma dayanan bir federasyon olacağını düşünürdük ve bunu resmen ileri sürerdik. 1974 başında CHP – MSP ortaklığıyla hükümet kuruşumuzdan kısa bir süre sonra ben bunu hükümet politikası olarak açıkladım. “Federal çözüm istiyoruz” dedim. Makarios buna şiddetle tepki gösterdi. Çünkü o zamana kadar Türk tarafı resmen “federasyon” deyimini dile getirmemişti. Benim bunu başbakan olarak ve Türkiye’nin yeni resmi politikası olarak açıklamam üzerine Makarios büyük tepki gösterdi ve o zamana kadar bir sonuç vermeden de olsa sürmekte olan toplumlar arası görüşmeleri durdurdu.
Kıbrıs’ta birşeyler olacağı belliydi. Nitekim 1964’te olmuştu, 1967’de olmuştu. Bizim federal çözüm önerisini ileri sürmemiz ise hem Yunanistan’ı hem de Kıbrıs’taki Rum yöneticileri tedirgin ediyordu.
Her an birşeyler olabilirdi. Her an birşeyler olabileceğini gösteren belirtiler giderek yoğunlaşmaya başlamıştı. Onun için ben, 1974 başında hükümeti kurduğumuz günlerden itibaren bir yandan Ege’deki ulusal haklarımızla yakından ilgilendiğimiz için, bir yandan da Kıbrıs’la yakından ilgilendiğimiz için Türkiye’nin herhangi bir olasılık karşısında, bir mecburiyet karşısında bir askeri harekata ne kadar hazır olduğunu incelemeye başladım. Milli Güvenlik Kurulu’nda komutanlarla yaptığımız görüşmelerde sık sık bu konuya eğildim. Ve zorunlu olursa, gerekirse Türkiye’nin bunu başarabileceği, böyle bir harekattan alnının akıyla çıkabileceği sonucuna vardım. Herhalde bunu gerektirecek olayların bizim irademiz dışında Kıbrıs Rumlarının veya Yunanistan’ın tertipleri sonucu olarak ortaya çıkacağı belliydi. Ve biz de buna karşı gereken önlemleri bir garantör devlet sıfatıyla almaya hazır durumdaydık.
AG: Harekattan sonra sizin hükümetten ayrılmanıza kadar olan dönemde ve ondan sonra uluslararası alandaki tepkilerin bir değerlendirmesini yapar mısınız?
BE: Bildiğiniz gibi, Kıbrıs Barış Harekatı iki aşamalı oldu. Bir 20 Temmuz, bir de Ağustos ortalarında ikinci harekat.
Birinci harekat genellikle Dünya’da anlayışla karşılandı. Türkiye’nin böyle bir önlem almaya mecbur olduğu Dünya’da genel kabul gördü. Fakat ikinci harekatımızın gerekçeleri Dünya kamuoyuna yeterince anlatılamadı malesef. Oysa ikinci harekatta birinci harekatın kaçınılmaz sonucu haline gelmişti. Biz ikinci bir askeri harekata gerek kalmaksızın Kıbrıs sorununa geçerli ve hakça bir çözüm bulmak üzere elimizden gelen çabayı gösterdik. Cenevre’de toplanan iki konferansa değişik seçenekler halinde, çok yapıcı öneriler götürdük. Fakat bizim ilk barış harekatımızın bir ürünü olarak Yunanistan’a demokrasi yeniden dönünce Yunanistan Dünya’da askeri yönetim süresince yitirmiş olduğu itibarı yeniden kazanmaya başlamıştı ve kendine bir güven gelmişti. “Ben Batı kamuoyunu şimdi artık eskisi gibi, yani askeri rejimden önceki gibi etkileyebilirim” gibi bir güven gelmişti Yunanlılara. Ve bizim en yapıcı önerilerimizi bile reddetmeye başlamışlardı. Son yıllarda yurtdışına gittikçe ve bu konuya değinen konuşmalar yaptığım yerlerde Rumların sorularını, görüşlerini dinledikçe bizim o aşamada yaptığımız bazı önerileri reddetmiş olmaktan dolayı şimdi büyük pişmanlık duyduklarını görüyorum.
Uzun yıllar sonra ancak bu önerilerimizi öğrenebildiler. Benim defalarca açıklamamdan sonra öğrenebildiler ve şimdi bundan pişmanlık duyuyorlar.
Bizim o önerilerimizin Cenevre konferanslarında, Temmuz sonunda ve Ağustos başlarında yapılan Cenevre konferanslarında reddedilmesi karşısında biz kendimizi şöyle bir durumda bulduk: Girne ile Lefkoşe arasındaki bir üçgende adadaki Türklerin büyük çoğunluğu toplanmışlardı, oraya sığınmışlardı. Ayrıca 30 – 40 bin dolaylarında Türk askeri birlikleri orada toplanmışlardı. Bu üçgen ada topraklarının 25’te birinden ibaretti. O kadar sıkışık durumdaydı ki toplum ve askeri birlikler, bizim askeri birliklerimizin ateş talimi yapmaları bile olanaksızdı. Üstelik etrafları Yunanistan’dan gelen birliklerle, Rum birlikleriyle hatta İngiliz birlikleriyle çevrilmiş durumdaydı. Ve biz mutlaka bu çemberi aşmak zorundaydık. Hem Kıbrıs Türklerinin hem de adadaki askeri birliklerimizin güvenliğini sağlama bağlayabilmek için mutlaka bu çemberi aşabilmek zorundaydık.
Bunları barışçıl yollardan denedik. Cenevre Konferansı’na, dediğim gibi, çok yapıcı öneriler götürerek denedik fakat sonuç alamayınca ikinci harekata mecbur kaldık ama bunun nedenleri Dünya kamuoyuna iyi anlatılamadığı için de ikinci harekattan sonra aleyhimize bir hava ortaya çıktı. Fakat bir noktaya kadar bizi engellemeye çalıştıktan sonra, bir noktadan itibaren gerçekçi bir davranışla bizim tutumumuzu doğru değerlendiren Kissinger, -o sırada Amerika Dışişleri Bakanı olan Kissinger- daha anlayışlı bir yaklaşım içine girmişti. Ve bir an önce bir nihai çözümün gerçekleşebilmesini istiyordu. Bunu ben de çok istiyordum. Çünkü zaman geçtikçe Yunanlıların tavrının katılaşacağını biliyordum. Makarios’un adaya yeniden dönmesi halinde Rum tarafının da daha katı bir davranış içine girebileceğini düşünüyordum. Onun için bir an önce bir nihai çözüm istiyordum. Fakat başında bulunduğum koalisyon hükümetininin yapısı bazı bakımlardan böyle süratli ve benim kafamdaki bir çözümü gerçekleştirmeye uygun değildi. Nitekim bu konuyla ilgili olarak bir anlaşmazlık çıktı aramızda ayrıldık. Onun üzerine ben ya bir erken seçim olsun, veya bize kısa bir süre için de olsa bir azınlık hükümeti kurma olanağı tanınsın istedim.
Maalesef birçok çevreler bütün politikacıları aynı kefeye koydukları ve hepsine aynı önyargıyla yaklaştıkları için benim bu isteğimi çok yanlış yorumladılar. İşte “Ecevit Kıbrıs zaferini iç politkada başarıya tahvil etmek, dönüştürmek istedi” dediler. Bu benim aklımdan bile geçmiyordu. O sırada benim aklımdan geçen tek şey ortam elverişliyken, taraflar karşılıklı katılaşmadan doyurucu bir çözüm getirebilmekti. Bunu da ancak yeni bir seçimle CHP tek başına hükümete gelebilirse veya yeni erken seçim yapılmaması durumunda, birkaç aylığına bir azınlık hükümeti kurma yetkisi verilirse başarabileceğimizi düşünüyordum. Buna inanıyordum. Fakat maalesef iki önerimiz de reddedildi. Ve korktuğum gibi, kaygı duyduğum gibi zaman geçtikçe de nihai çözüm zorlaşmış oldu.
AG: Ondan sonraki Türk hükümetlerinin bu konuda tam bir çözüme ulaşılmamasında gördüğünüz hataları var mı, neler?
BE: Özellikle 1983’te Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) ilan edildikten sonra Türkiye’nin, daha doğrusu ANAP Hükümeti’nin o konuda aldığı tutumu anlayamadım ve içime sindiremedim. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin ilanı kararı 1983 genel seçimlerinden hemen sonra fakat Özal Hükümeti kurulmadan hemen önce Ulusu Hükümeti döneminde alınmıştı. Yani Kıbrıs’ta alınmıştı ama Türkiye’de o dönemde o hükümet vardı henüz.
Özal sanırım bunu bir tepkiyle karşıladı. Bir oldu bitti gibi gördü ve bir türlü içine sindiremedi. Belki kendi kafasındaki stratejiye uygun düşmüyordu. Ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin tanınması için Türkiye gereken çabayı göstermedi.
Ben inanıyorum ki, eğer Türkiye, hele o aşamada, gereken çabayı gösterseydi başlangıçta çok az sayıda bazı ülke tanrdı ama giderek tanıyanlar mutlaka çoğalırdı. Çünkü ortada somut bir gerçek vardı. Rumlardan tamamen ayrı olarak kendilerini her bakımdan serbestçe , bağımsız olarak yöneten ve yönetebilme yeteneğini kanıtlamış olan, bütün engellere rağmen bunu kanıtlamış olan bir Türk Toplumu ve Türk Devleti gerçeği vardı. Dünya da ilelebet böylesine somut, yaşayan bir gerçeğe gözlerini kapayamazdı. Fakat Türkiye ANAP iktidarları döneminde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin tanınması için gereken ağırlığı koymadı.
Oysa KKTC tanınsa idi, birkaç devlet tarafından tanınmaya başlasaydı ne olurdu?
Rumlar ve Yunanlılar dış politikada çok hayalcidirler. İşte Yunanistan’ın Pan Helenist hayalleri vardır biliyorsunuz. PASOK’un adı bile Pan Helenik Sosyalist Hareket. Böyle eski hayallerindeki, aslında hiçbir zaman var olmamış olan büyük Helen devletini güya yeniden kurma hayali.
Hep hayaller üzerine kurmuşlardır dış politikalarını. Kıbrıs Rumları da bir türlü 1974 Temmuzu öncesi hayalinden kendilerini kurtarıp da günün, çağımızın gerçeklerine, bugünkü Kıbrıs’ın gerçeklerine gelemiyorlar. Ve o yüzden de federal çözüm için yapılan diyaloğu, görüşmeleri sürekli yokuşa sürüyorlar. Oysa eğer birkaç devlet KKTC’ni tanısaydı Rumlar 1974 öncesine dönüş hayallerinin artık gerçekleşemiyeceğini idrak ederlerdi. Dönüş yolundaki köprülerin tamamen ortadan kalktığını idrak ederlerdi ve ancak o zaman federal bir çözüme razı olabilirlerdi. Bu fırsat bu güne kadar kaçırılmış oldu.
Öte yandan biz Rum tarafını yumuşatabilmek için bir iyi niyet jestinde bulunduk Kuzey Kıbrıs Türk yönetimiyle birlikte 1978’de. Ve eğer bir federal çözüm için geçerli bir anlaşmaya varılacak olursa ekonomik bakımdan çok önemli olan Maraş yöresi için, yani Mağosa’nın hemen güneyindeki turistik semt için Rum tarafını da tatmin edecek özel bir statü düşünebileceğimizi söyledik. Sayın Denktaş da bunu destekledi. Fakat Rum tarafı ona rağmen anlaşmaya yanaşmadı.
Aradan on bir yıl geçti. Maraş’taki lüks turistik tesisler artık çürüyor. Bizim 1978’de yaptığımız o iyi niyet jesti on yıl, on bir yıl hiçbir karşılık görmediğine göre artık ortadan kalkmış olmalıdır. Ve Maraş Türk yönetiminde, KKTC yönetiminde yerleşime ve işletmeye açılmalıdır. Bunu da yıllardır söylüyorum. Fakat bu konuda hiçbir adım atılmadı.
Öte yandan BM Genel Sekreterinin gözetiminde uzunca bir süredir yürütülen toplumlar arası diyalogdan hiçbir sonuç çıkmayacağı bence belli oldu. Bunun da nedeni, dediğim gibi, Rumların eskiye dönüş hayallerinden kendilerini koparamamaları, Yunanistan’ın Kıbrıs’ı Türkiye için uluslararası alanda sürekli bir ayakbağı gibi tutmak istemesi ve gerek Yunanistan’ın gerekse Kıbrıs Rum Yönetimi’nin Dünya kamuoyunu Türkiye’ye karşı kullanabilmekten aldıkları cüretkarlık nedeniyle bu görüşmeler bir yere varamıyor. Onun için ben şunu öneriyorum: “Türkiye daha doğrusu KKTC belli bir tarih saptamalı ve biz bu tarihe kadar diyalogdan, toplumlararası görüşmelerden sonuç alamazsak görüşmelerden çekileceğiz, kendi bildiğimiz gibi devletimizi yöneteceğiz, Kıbrıs Rumları ne zaman hakça bir federal çözüme razı olurlarsa o zaman gelirler anlaşırız” demelidir. Bunu tavsiye ediyorum, telkin ediyorum.
Hele bir yandan iki bölgeli, iki kesimli federal çözüm iki toplumun liderleri arasında müzakere edilirken, bir yandan da Rum kesimindeki bütün kuruluşların, hükümetiyle, kilisesiyle, partileriyle, bütün kuruluşların, zor kullanarak, hem de öne kadınları sürmek suretiyle zor kullanarak aradaki çizgiyi aşmaya delmeye çalışmaları karşısında bu eylemlerin yer aldığı bir sırada toplumlararası görüşmeler hala nasıl sürdürülür, bunu da ben pek anlayamıyorum.
Yani olayların gelişme süreci içinde değerlendirilebilecek olanaklar, atılabilecek adımlar vardı ve her zaman var olabilir, bulunabilir; yeter ki, zamanında ve tabii uluslararası koşullar, konjoktür, denge de gözönünde tutularak bu adımlar zamanında atılabilsin.
AG: KKTC’nin Türkiye’den bağımsız olarak önlemler alamayacağı ya da almadığı gibi bir sonuç çıkarabilir miyiz bu söylediklerinizden?
BE: Bugünkü Türk hükümetiyle KKTC hükümeti arasındaki ilişkileri ayrıntılarıyla bilmeden bu konuda birşey söylemeyi doğru bulmuyorum. Yalnız 1986 Haziranında Sayın Özal Kıbrıs’ı ziyaret etmişti. O zamana kadar Türkiye’nin Kıbrıs ile ilgili çok sağlıklı bir geleneği vardı. Türkiye Kıbrıs Türk Toplumu’nun yani kuzeyde kurulan Türk devletinin iç işlerine, iç politikasına karışmazdı. Fakat 1986 Haziranından itibaren ANAP iktidarları Kıbrıs Türk kesiminin iç politikasını etkileme yolları oluşturmaya başladılar. Türkiye’de bile başarısızlığı ortaya çıkmış olan ekonomik modeli Kuzey Kıbrıs’a da dayatmaya kalkıştılar. Bunlar beni endişeye yöneltiyor. Mesela Türkiye’de daha önce Türkiye’deki partiler Kıbrıs’taki partiler arasında ayrım gözetmezlerdi. Hiçbirimiz gözetmezdik. O sayededir ki, 1980 öncesinin Türkiye’deki kargaşası Kuzey Kıbrıs’a yansımamıştı. Ama şimdi ANAP Kıbrıs Türk toplumunda açıkça taraf tutuyor. Onun için belirsiz ve karışık biraz da huzursuz bir ortam oluşturulmuş durumda. Ben KKTC yönetiminin de bu bir türlü sonuç vermeyen diyaloğu ilelebet sürdürmekten rahatsızlık duyduğunu sanıyorum.
AG: Kıbrıs’ın geleceğini nasıl görüyorsunuz?
BE: Kıbrıs Türkleri açısından ve Türkiye açısından Kıbrıs sorunu fiilen çözülmüş de sayılabilir. Çünkü sorun neydi Türkler açısından? Türklerin can güvenliği yoktu. Türklerin özgürlüğü yoktu. Türklerin insan hakları yoktu. Türklerin kendi kendilerini yönetebilme yetkileri yoktu. Ve Türklerin ekonomik güçleri hemen hemen sıfırdı. Şimdi bütün bu sorunlar ortadan kalkmıştır. Türkler 15 yıldır can güvenlği içinde yaşıyorlar. Kendilerine göre ciddi bir demokrasileri var. Kendi kendilerini yönetiyorlar. Çok büyük engellemelere karşın yalnız Kıbrıs Rumlarının değil, Avrupa Topluluğu gibi bazı kuruluşların da engellemelerine karşın ekonomilerini Kıbrıs Rum toplumundan daha düşük bir hızla da olsa geliştirebiliyorlar. Bu durumda Türkler açısından Kıbrıs sorunu çözülmüş olabilir. Fiilen çözülmüş sayılabilir. Ancak uluslararası anlamda kabul görecek bir siyasal çözüm henüz ufukta görünmüyor.
Bence Kıbrıs Türkleri ve Türkiye bu konuda biraz umursamaz bir tavır takınsa daha iyi bir sonuç alınabilir. Nihai yasal çözüm bakımından da daha iyi sonuç alabilir. Biz onbeş yıl sabrettik. Bütün iyi niyeti gösterdik. Bir sonuç alamadık. Artık bizim sorumluluğumuz ortadan kalktı. Kıbrıs Türkleri kendi kendilerini yönetiyorlar. Rumlar ne zaman bir anlaşmaya hazır olursa onlar gelsinler, “biz hazırız” desinler diye diyaloğu bir noktada kesmenin uygun olacağı kanısındayım.
Cumhurbaşkanlığı Forsuna Kıbrıs yıldızı eklenmeli
T.C. Cumhurbaşkanlığı İnternet sitesinden aldığımız bilgiler:
“Cumhurbaşkanlığı Forsu pek çok anlam, motif ve değeri bünyesinde barındırmakta; yüzlerce yılın birikimini, tarihteki Türk topluluklarını, dolayısıyla Türk birliğini ve Türkiye Cumhuriyeti’ni temsil etmektedir.”
“Güneş ve çevresindeki on altı yıldızdan oluşan bölüme Cumhurbaşkanlığı Arması denilmektedir. Armanın ortasında güneş, bunun çevresinde ise on altı yıldız bulunmaktadır. Güneş sonsuzluğu ve dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti’ni, on altı yıldız ise tarihteki bağımsız on altı büyük Türk Devletini simgelemektedir.”
“Cumhurbaşkanlığı forsunda temsil edilen on altı Türk devleti şu şekilde sıralanır: Büyük Hun İmparatorluğu, Batı Hun İmparatorluğu, Avrupa Hun İmparatorluğu, Ak Hun İmparatorluğu, Göktürk Kağanlığı, Avar Kağanlığı, Hazar Kağanlığı, Uygur Kağanlığı, Karahanlılar, Gazneliler, Büyük Selçuklu Devleti, Harzemşahlar, Altın Orda Devleti, Timur İmparatorluğu, Babür İmparatorluğu, Osmanlı İmparatorluğu.” (1)
Zaman zaman on altı yıldızdan bazılarının çıkarılması, başkalarının eklenmesi tartışmalara konu olur. Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra birçok bağımsız Türk cumhuriyeti daha kuruldu. Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan ve Türkiye’nin üye olduğu Türk Devletleri Teşkilatı (TDT) oluşturuldu (Macaristan, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ve Türkmenistan gözlemci). Bunların yanısıra Rusya Federasyonu içinde yer alan Tataristan, Başkurdistan, Çuvaşistan, Saha (Yakutistan), Tuva, Hakasya ve Altay özerk cumhuriyetleri var. İki tane de Çerkez toplulukları ile ortak cumhuriyet (Karaçay-Çerkez ve Kabardino-Balkar) kuruldu. (2)
Sayılmayanlar arasına Kızılbaş Alevi Safevi devleti, Hıristiyan Gagavuzya ile Musevi Türklerin Hazar Devleti’ni eklemeliyiz.
Cumhurbaşkanlığı muhafız alayının üniforması turkuaz. 15 Temmuz darbe girişiminin ardından Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı görevi polislere devretti ve onların üniformaları da mavi oldu. Türkler bu renge “gök” derler. Cumhurbaşkanlığı forsunu da bir kararla maviye çevirip bu kadar devleti de yıldızlara eklersek gökte gün, ay ve yıldızlar olacak. Hepsi bizim için kutsal.
Ne var ki Yavruvatan Kıbrıs’ın yeri ayrı. Yavru, öksüz ve yetim… Gökyüzünde yalnız gezen bir yıldız…
1983 yılından bu yana da Kıbrıs’ta bir Türk cumhuriyeti var. Bu devlet sadece Türkiye Cumhuriyeti tarafından tanınıyor. Ne yazık ki TDT’de bile üye değil; gözlemci. Ve TDT üyeleri GKRY ile anlaşmalar yapıp Güney Kıbrıs’a büyükelçi gönderiyorlar. Ve ne yazık ki Türkiye ve diğer Türk devletleri Kıbrıs’ın tanınması için gerekeni yapmıyorlar.
Haritaya bakıldığında Kıbrıs’ın bir zamanlar Anadolu’dan kopmuş bir uzantı olduğu besbellidir. Bilim de öyle demektedir. Hem Türk hem de Rum Kıbrıslıların da Anadolulu oldukları da bilim adamları tarafından belgelenmiştir. İsveçli Arkeolog Marie-Louise Winbladh genetik verilere dayanarak, İngiliz, Türk, Rum ve Yunan bilim adamlarının araştırmaları sonucu Kıbrıslı Rum ve Türklerin DNA’larının birbirine çok yakın hatta aynı oldukları, Yakındoğu ve Anadolu’dan geldikleri sonucuna vardıklarını yazıyor. (3)
Kıbrıs’ın Türkiye ve diğer Türk devletleri açısından önemi besbelli değil mi? Akdeniz’de Avrupa, Asya ve Afrika arasında bir uçak gemisi… Buranın elden gitmesi Türkiye’nin tam bir kuşatma altına alınması; Kıbrıs Türkleri açısından da tarihten sonsuza dek silinmek anlamına geliyor.
Azerbaycan itici güç olarak omuz verebilir. Hatta KKTC’yi tanıyarak örnek olabilir. Kıbrıs – Türkiye – Kafkaslar ve tüm Türk dünyasına dostluk köprüsü kurabilir.
Geçmişte Kıbrıs’ı tanımaya hazır olan tüm ülkelerle etkin bir dayanışmaya girilebilir. (Burada özellikle İran, Rusya ve Çin gibi ülkelerle iyi ilişkileri olan Vatan Partisi’ne de büyük görevler düşüyor.)
Kıbrıs olaylarını yaşamış olan tarafsız yabancı tanıkların ifadeleriyle Kıbrıs Türkünün çektikleri dünyaya anlatılarak kamuoyu yaratılabilir.
Kısacası, Kıbrıs’ın tanınması için elden gelen her şey kararlı bir şekilde yapılmalıdır.
Bu kararlılığın bir göstergesi olarak Cumhurbaşkanlığı forsuna parlak bir Kıbrıs yıldızı eklenmeli, “Burası Türkiye’nin YAVRUVATANIDIR” denmelidir.
Türkiye böylelikle tüm dünyaya KKTC’yi tanıtma kararlılığından vazgeçmeyeceğini, Kıbrıs Türkünü düş kırıklığına uğratmayacağını gösterebilir.
https://www.tccb.gov.tr/cumhurbaskanligi/resmi-simgeler/fors/
Abdullah Gürgün, Bir Daha Asla-Yavruvatan’da Türk Soykırımı, Namos Kitap, Ankara, 2024, s. 48-49
(Haber.dk‘da yayınlanan yazarların yazmış olduğu köşe yazılarından yazarları ve yorumlardan ise yorum yazarları sorumludur.)
Bir yanıt yazın
Yorum yapabilmek için oturum açmalısınız.