Bir çok yönüyle, şimdiye kadar hayatıma anlam veren, günlerimi etkileyen, bazen uykumu kaçıran, bazen de yaşamın zorbalığına rağmen kulağıma hayatın keyfini fısıldayan anıları ve hatıraları tekrar hafızamda canlandırmak, günlerce aç kalmış midenin bir lokma ekmeğe olan hasretine benzetirim. İnsan yaşadığı sürece varlığını idame ettirmek için; havaya, suya ihtiyacı olduğu kadar gözle görülmeyen hayal gücüne ihtiyacı yok mudur?
Altmış yıllık ömrümün elli, ellibeş yıllık süresinin bana olan uzaklığını hesaplamaya çalıştığım şu günlerde; doğrusu beklemiyordum mesafenin bu kadar kısa olabileceğini…
İnsanın içindeki uçsuz bucaksız hasreti anlatan, büyük şairin;
Memleket mi, Yıldızlar mı, Gençliğim mi daha uzak,
Şiiri…
Derken; bakmaktan kendimi alamadığım, ilkokul 4. Sınıfta, 1 Mayıs o zamanki adıyla bahar bayramında, sınıfça çektirdiğimiz fotoğraftaki siyah önlüklü, kolalı beyaz yakalı çocukların ’uzun süren bakışlarıma’ dayanamayıp hareket etmeye başladıklarını görür gibi oldum. Öğretmenleri Naci beyin ikazına rağmen, kağıt siyah-beyaz perdenin arkasından önce ayaklarını sonra beden ve daha sonra kafalarını çıkartarak, saklana saklana, gizlice sevgilisiyle buluşmaya giden gençler gibi, dikkatli adımlarla, etrafımda toplandıklarını gördüm. İnanamadım. Beni yazı masamın başında görünce, meraktan mı yoksa dayanılması güç, çocukluğumuza olan özlemden mi? Bilemiyorum…
Hepsi, ama hepsi, yapıştırıldıkları parlak karton kafesten kendilerini kurtarıp, bulundukları yerle birlikte etrafıma üşüştüler. Yer, at yarışlarının yapıldığı, harman yeriydi. Tüm okul ordaydı. Cumhuriyet ilkokulu… Dokuz ayı soğuk geçen memleketimin yaz müjdesiydi 1 Mayıs bahar bayramı.
Fotoğrafta diğer sınıflar yoktu, ama onlar yan tarafta öğretmenlerinin daha alçak sesle konuşma uyarılarına rağmen, cıvıl cıvıl yazı müjdeleyen sesleri ile uçsuz bucaksız çim sahayı inletiyorlardı. Aklıma gelmişken isterseniz oradaki öğretmenlerin isimlerini vereyim. Müdürümüz Sıtkı Çıtırıkkaya, Sabit Çıtırıkkaya, Necmi Doğan, Remzi Karakuş, Hikmet Doğan, Naci bey, Halil Karakuş, Günal Yıldız, Şenol hanım, Bayram bey. Vekil öğretmenlerden, Bican(abi) bey, Yaşar Gültekin, rahmetli uzun Ahmedin damadı, Yavuz (abi)bey ve okulun en yaşlı öğretmeni Kazım bey.(Ortaokul öğretmenimiz Kazım beyle karıştırmayın lütfen!)
Kazım bey 1963’te İlkokula başladığım yıl 1. sınıfta öğretmenimdi. Çocuk gözüyle okulun en yaşlı öğretmeniydi. Kızı da benim sınıf arkadaşımdı. (Maalesef, ismini hatırlıyamadım.) Ağabeyin vardı, benim biraderle ortaokulda okuyorlardı. Baban Kazım bey bizlere kızınca, ya ’domuz yavruları’ der ya da dudağımızdan tutar gözümüzden yaş gelinceye kadar çekip sündürürdü. Seni de ödevini yapmadığın için, evladı olmana rağmen torpil yapmadan, önüne katar sınıfta kovalardı. Hepimizin gözü önünde…
Kendisini Vahi Öz’e benzetirdik. Kızmadığı zamanlar sevecendi, kuru fasulye tanelerinden harfler ve kelimeler yazdırarak heceyi sökmemizi, okumayı öğrenmemizi hızlandırdı. Kazım beyin önerisiyle, annemizin diktiği kese içinde beyaz fasulyelerimizi her gün çantamızda getirir, götürürdük. Evde unutmak yasaktı. Kara tahtada minik ellerimizle tutmaya çalıştığımız tebeşirin kalitesindeki bozukluk düzgün yazmamıza izin vermezdi. Var gücümüzle bastırmamıza rağmen sönük bir iz bırakırdı. Hepsi aynı kalıptan çıkmış kuru fasulyeler öyle değildi. Fasulyeleri düzgün bir şekilde sırtsırta dizer harfleri yanyana yerleştirerek ’Ali at al’ cümlesini tek tek masaları gezen öğretmenimize; tehlikeli görevi başarıyla yerine getirmiş cengaver edasıyla gösterip aferinide aldıktan sonra sırtımızı geriye çekip göğsümüzü şişirip dimdik oturarak tenefüs zilini sabırla beklerdik.
Çoğu öğretmenlerimizin heybeti ve duruşu hepimizi disipline etmeye yeterdi. Bana göre bazı öğretmenlerimiz vardı ki, sevecenlikleriyle çocukların yaramazlıklarını en aza indirger, uysal ve uslu çocuklar olduğumuzu onların yanında daha çok hissederdik. Atatürk’ün şahlanmış at üzerindeki askeri üniformayla kocaman yağlı boya tablosunu yapıp okulumuza hediye eden bilge öğretmen Halil bey bunlardan bir tanesiydi.
Sevgili arkadaşlarım, kısa da olsa biraz dertleştik. Bağışlayın beni; bu kadar yıl sonra birdenbire karşıma fotoğraf resim olarak çıkıp ve daha sonra cana gelmeniz, hafızamda şaşkınlık yarattı. Belki ondan ,belki de resimlerin kalitesinden minik yüzlerinizi hatırlamak beni biraz zorladı desem yalan olmaz. Ama olsun, isimlerinizi daha dün gibi hatırlıyorum. Mahmut, Erdal, Melih, Hasan, Cevdet, Göksal, Fevzi, Osman, Dursun, Yusuf, Mehmet, İsmail, Nureddin, Vahid, Mustafa, Fehmi, İrfan, Oktay, Nihat, Fuat, Alim ,Ünal, Ünsal, Mehmet Karedeniz, Ahmet,Servet, Nermin, Nimet, Emine, Mefaret, Suzan, Hatice, Mürvet, Yeter, Senem, Nevin, Meliha, Perihan, Mualla, Nuriye, Şükriye, Şükran ,Nesrin, Esin, Nurhan, Semra, Serap ve daha bir çoklarınız…
Yıllarca hafızamda dinlenmeye çekilen sizler!
Ayrıca hepinize teşekkür ediyorum. Nedenine gelince; yaşamın kendisi olan ekmeğini kazanma telaşı ve hayatta kalma mücadelesi zamanın büyük bir bölümüne el koyduğu için birbirimizi arayıp soramadık. Ama şimdi biraz daha rahatlamış görünüyoruz.
Bu arada teknolojinin vermiş olduğu olanak elbette yadsınamaz.
Bir de unutmadan söyleyim:
Umutsuzluğa düştüğüm zamanlarda; hafızamda dinlenmekte olan sizleri, ara sıra derin uykunuzdan bana yardımcı olmanız için uyandırdım. Sizde beni hiç kırmadınız.
Teşekkürler…
Bir yanıt yazın
Yorum yapabilmek için oturum açmalısınız.