Orhan DOĞRU
Değerli haber.dk okuyucularına geçtiğimiz Aralık ayında Danca “En nydanskers kontrabog” adıyla yayımlanan romanımdan alıntıyla ‘merhaba’ demek istiyorum. Romanımın başkahramanlarından, içimizden birinin, Yusuf Dede’nin torununa Bispebjerg Hastanesi’nden yazdığı mektup.
Bispebjerg’den Mektup
Selma, sevgili torunum!
Bu mektubu, ölmek üzere olduğumu bildiğim hastanedeki yatağımdan yazıyorum. Bunun yazdığım son satırlar olduğunun farkındayım. Bu yüzden bu mektup benim için uzun bir seyahata çıkmadan önce hazırlayacağım bavulum niteliğinde. Kuşkusuz nasıl bir bavula mümkün oldukça istenilen herşey sığdırılamıyorsa, bu mektubun satırlarına da kalbimde geçenlerin hepsini bire bir sığdırmak mümkün olmayacaktır. Ancak şu an kalemi tutabilme gücünü kendimde bulmaktan ve çoktandır yazmak istediğim halde bir türlü yazamadıklarımı, yazmaya başlamış olmaktan dolayı kendimi çok iyi hissediyorum ve çok da mutluym. Evet mutluyum hem de çok mutluyum. Bu mektuba son noktayı attığımda artık hazırlıklarımı da bitirmiş olacağım.
Umarım sen de şu an ve de bundan sonraki hayatında nerede isen ve her ne yapıyorsan afiyettesindir. En büyük dileğim eşin Henrik ve Emil ile birlikte ve hatta daha doğuracak çocuklarınla mutlu bir hayat geçirmendir.
Bu dünyada beni çok iyi tanıyan biri olarak bilirsin ki, çoğu kez anlatmak istediklerimi sözlü ifade etme yerine kaleme dökmüşümdür. Özellikle de mektup bizi geçmişe yolculuğa götürerek, geçmiş zamanın cebi olarak beni her zaman büyülediği halde, günümüzde edebiyatın bir dalı ve günlük iletişimimizde bir araç olarak ömrünü bitirmekte.
Bu yüzden geçen zaman içinde, özellikle mektupların büyük bir rol üstlendiği döneme ait eski edebi eserleri okumaktan çok zevk almışımdır. Bu satırları yazdığım sırada aksayan sağlığıma rağmen, “Milena’ya Mektuplar’ı” tekrardan bu sefer Danca okuyorum. Kafka’nın eseri gençlik günlerimde, köyde babam Ali’nin kütüphanesinde okuduğum ilk kitaplardandı. Franz ve Milena’nın aşk ilişkisinde yoğun bir mektup akışı vardı.
Bu mektubuma cevap verilip verilemeyeceğini hiç bilemiyorum. Fakat durum gösteriyor ki yazılacak cevap bana olmayacaktır.
Yazmak, duygularımı kelimelere dökmenin hep en iyi yolu olmuştur benim için. Sen küçük bir afacanken, benim bu konuya zaafımı yaramaz oyununa nasıl alet ettiğini çok iyi bilirsin. Hatırladıkça şimdi dudaklarımda büyük bir gülümse beliriyor. Düşünüyorum da, sen daha 7 yaşında zeki küçük bir kız çocuğu iken, benim kafamdan geçenleri bir kaç kelimeyle veya cümleyle bir kağıda veya evlere dağıtılan reklamlarda tesadüfü bir yere yazmaya eğilimimi keşfetmiştin ve Danca’dan başka Türkçe de okuyabiliyordun. O sıralarda babaannen Meryem’i daha yeni kaybetmiş ve aklım hep ona gidiyordu. İşte böyle bir anda, çalıştığım kablo fabrikasında çalışır durumdaki bir forklift ve palet arasında ayağım sıkıştı ve sağ ayağım kırıldığı ve alçıya alındığı için ben de sizde kalıyordum. Sen hayat dolu, afacan ve bildiği bildik bir kızdın. Bir gün sen oturmuş televizyonda güçlü, söz dinlemeyen ve afacan “Pippi Uzunçorap” filmini seyrederken, kumandayı da sanki senden başka hiç kimse televizyona bakmamalı diye, hiç birimize vermediğinden olacak ki, Pipi bana seni anımsatmış olacak ki, ben de reklam gazetesinde tesadüfü bir yerde şunları yazmışım.
Bizim kızda çok şımartılıyor ve çoğu kez de sınırı aşıyor. Şeytan kız!
Tesadüfen el yazısıyla yazılmış kelimelerim eline geçtiğinde, gazeteyi eline almış, oturduğum salondaki kahve masasının üzerine fırlatmış ve daha sonra da ayaklarını yana ve kollarını da belinde tutarak bana tehditte bulunmuştun:
“Dede! Söyler misin, nedir bu benim hakkımda yazdıkların? Daha sonra da bakış ve vücut dili ile ne dediğini anlamamaya imkan bırakmadan şu tehdidi savurmuştun:
“Bu bitmeli. Yoksa sana ne yapacağımı biliyorum!” Bana oynayacağın kötü bir planın olduğunu hiç bir spekülasiyona mahalvermeden söylemiştin. Ne kadar kararlı olduğunu da, ileriki günlerde ve haftalarda, evdeki bütün kağıtları ve gazeteleri çöp kutusuna atılmadan önce, hakkında bir şey yazmış mıyım diye kontrol etmiştin.
Ben bunu hep tatlı bir anı olarak gülümsemeyerek hatırlamışımdır ve şimdi yazarken de aynı duyguları yaşamaktayım. Bu satırları yazarken, duyguları yazıya dökmenin gizemi midir bilemiyorum, fakat şu an seni karşımda görüyor ve düşüncelerimde seninle sohbet ediyorum.
Doğanın döngüsü bizler var olmadan önce de ve bizden sonra da işlemeye devam edecek. Bu döngüde dünya bir boşalt ve doldur mekanizması. Gelenler zamanı geldiğinde buradan öbür dünyaya gittiler. Bu dünyada kapladıkları yerlerini yeni hayatlara, yeni hikâyelere bıraktılar. Bazıları arkalarında ve kalplerde iz bırakarak, bazıları da hiç yaşamamış gibi bu dünyadan göçüp gittiler. Kimisi yarım kalan hayatlarını, burada hazırlıksız ve zamansız bıraktılar. Kimisi o hayata yeni gözlerini açmışken, hayatı tanımadan doğar doğmaz gitti. Nihayetinde kimisi de acısıyla ve tatlısıyla uzun bir hayat sürmenin ayrıcalığını yaşadı ve bir şekilde öbür dünyaya hazırlıklı göçtü ki, ben bunu yaşamış olduğum için kendimi şanslı hissediyorum.
Hayat fani, geçici ve sonu ölüm de olsa, bizler hiç bir gün ölmeyecekmiş gibi bu hayatı yaşıyor ve elimizden geldiği kadar, son ana kadar bırakıp gitmek istemiyoruz. Fakat kaçınılmazı değiştiremeyeceğimiz için, bu hayattan ayrılırken bir şekilde ardımızda bıraktıklarımıza karşı sorumluluklarımız var.
Ben de uzun zamandır söylemeye fırsat bulamadığımı, artık tutmakta zorlandığım kalemimle senin için yazıyorum. Düzensiz harflerden ve karmakarışık çizgilerden oluşan el yazımla yazdıklarımı umarım okuyabilirsundur. Yıllar geçtikçe daha güzel yazan kalemlerim oldu, fakat benim yazdığımın okunurluğu zorlaştı. Demek ki maharet kalemde değil, o yazıya güzelliğini veren parmakların gücünde. Geride kalanlarımıza sorumluluğumuz demiştim ve bu bağlamda seni geçmişe götürmek istiyorum.
Selma, canım!
Yaptığımız umuda yolculuktu. Geriye baktığımızda gelişimden beri yarım asır geçmiş ki, bu günümüzde bir insan ömrü için kısa bir yaşam dilimi. Fakat göç bağlamında baktığımızda, içerisinde birkaç neslin yaşamını barındırdığı için uzun bir göç hikâyesi oluyor.
Getirileri ve götürüleriyle; yeni bir kültür, yeni bir din, yeni bir dil ve yeni bir ülke bağlamında uzun bir süreç. Bugün burada yaşayanların kimisinin büyük dedesi, kimisinin dedesi, kimisinin babası, çocuklarına daha iyi bir yaşam ve daha iyi bir gelecek için, daha doğrusu Anadolu’nun iç kesimlerindeki bozkırlarda, kendilerine biçilmiş makûs kaderlerini değiştirmek için yola çıktılar.
Tarıma makineleşmenin girmesiyle ailede herkese yetecek iş kalmayınca, fakirlik koksa da umut zengini yuvalarımızı terk ettik. Vasıfsız işçi olduğumuz için, beraberimizde getirdiğimiz bagajlarımızda ne bir eğitim ve ne de bir meslek bulunuyordu ve bizler köyden şehre inmeden kendimizi yeni bir ülkede daha doğrusu çok farklı bir dünyanın içinde bulduk. Tıpkı açık denizden alınıp, akvaryuma konulmuş balık misali nefeslerimiz daraldı ve dünyamız küçüldü bu insan kalabalığının içinde.
Eriyip kaybolduk bu yeni suda. Her yeri renkli ışıkların aydınlattığı yeni diyarın sokaklarında, üzerimize ışıldayan sokak lambalarının, içimizdeki ışığı söndürdüğünü hissetik. Genç bedenlerimiz acayip yabancı yaratıklara dönüştü. Fakat başka çaremiz kalmamıştı, çünkü memleketimiz patlama derecesinde çoğalan genç nüfusunu doyuramıyordu……..
Devam edecek
Bir yanıt yazın
Yorum yapabilmek için oturum açmalısınız.