Davetiyeyi tekrar çıkardı cebinden. Bir kez daha okudu. Kendinden başka ailesinden kimsenin bilmediği torununun lise mezuniyeti törenine davetliydi. Davetiyede torununun bir resmi vardı. “Çok güzelsin” dedi içinden. Anneannesinin deniz mavisi gözleri, dedesinin gür dalgalı saçlarının yansımasıydı torununun resmi. “Seni aramızda görmekten mutlu olacağız” diyordu. Davete katılıp katılmayacağınızı bildirin lütfen diye bir not düşülmüş, tarih ve telefon numarasi belirtilmişti. Kızının telefon numarasıydı. Derin bir iç çekti. Davetiyeyi tekrar ceketinin iç cebine yerleştirdi. “Dur bakalım, gün ola harman ola” diye mırıldandı. Kendini diploma töreninde torununu tebrik ederken hayal etti. Altın bir kolye takarken torununun boynuna, mutluluğunu ve boynuna atılıp teşekkür edişini geçirdi aklından. Ne güzel olurdu. Anılara daldı, ağzında sigara, elinde Danimarka usulü kahvesiyle.
Çok gençti Danimarka’ya geldiğinde. Oğlu daha üç aylıktı. Birkaç yıl çalışıp para biriktirecek, hem anne babasına hem de karısına ve çocuklarına daha rahat bir hayat kuracaktı. Büyük bir taş ev yaptıracak, tarla ve traktör alacaktı. Köyüne çok zengin olarak dönme hayalleriyle önce İstanbul’a, oradan da trenle Danimarka’ya gelmişti. İşi hazırdı. İş ve İşçi Bulma Kurumu kalacağı evin ve işinin hazır olduğunu söylemişti zaten.
Bir demir döküm fabrikasıydı ilk işyeri. Onlarca misafir işçi aynı evde kalıyorlardı. Hemen hemen hepsi evliydi, çocuğu ya da çocukları vardı geride bıraktıkları. Evli olmayan bir-iki kişi de nişanlısını, yavuklusunu bırakıp gelmişti. İlk fırsatta gidip düğün dernek kuracaklardı.
Danimarka pek bir yabancıydı. Mevsimleri cok farklı, yazı kışı belirsizdi. Bazen bir günde üç defa güneş açar, aynı gün on defa yağmur yağardı yaz günlerinde. Evler birbirinden yemyeşil çitlerle ayrılır, her evin bahçesi çiçeklerle süslenirdi. Yaşlı, genç herkes bisiklete binerdi. Gülümseyerek selam verirlerdi, tanımasalar bile. Kadın erkek şortla gezerlerdi yaz geldiğinde. Hele kadınları nerdeyse çıplak gibi dolaşırlardı. Alışkın değillerdi böyle giyimlere. Hem utanırlar, hem de bakmadan edemezlerdi. Genç kızlar gülümseyerek baktıklarında ne yapacaklarını şaşırırlardı. Ne anlama geldiğini tahmin etmeye bile cesaret edemezlerdi.
Arkadaşlarıyla bara gittiler birgün. Bar ne demek bilmiyorlardı. Ama merak etmeden de duramamışlardı. İş yerinden birisi söylemiş, bardaki kızların güzelliklerini ballandıra ballandıra anlatmıştı. Bir geceden bir şey olmaz diyerek sözleştiler iş arkadaşlarıyla.
Bar tıklım tıklımdı, kadınlı erkekli herkes elinde içki bardağı ile ortalıkta dolaşıyordu. Kimi sarmaş dolaş dans ediyor, kimi öpüşüyor, kimi de sohbet ediyordu kadınlı erkekli. Oturdular bir yere, arkadaşları onlara birer bira getirdi. Gümbür gümbür çalan yabancı müzik yüzünden birbirlerini duymuyorlardı. Yanıp sönen rengarenk ışıklar, alışık olmadıkları bira ve kokteyller kendilerini, dertlerini, özlemlerini unutturmaya yetmişti.
Babası akrabalardan, köylülerden bulup buluşturmuştu yol parasını. İlk maaşından hemen o parayı gönderecekti, ödünç almışlardı. Annesinin hiç bırakmak istemezcesine sarılmaları, karısının günlerdir dinmeyen gözyaşları, babasını dik durmaya çalışan hali yol boyu eşlik etmişti ona. Oğlunun kokusunu çekmişti içine, burnunun direğinde saklamak için. “Her şey senin ve geleceğin için” diye fısıldamıştı oğlunun kulağına. ”İlk fırsatta gelip göreceğim sizi, Allah’a emanet olun” demişti karısına sarılırken. Anasının yaptığı somunu koymustu torbasına. Askere uğurlar gibi uğurlamışlardı komşuları, kardeşleri, çocukluk arkadaşları. “Bizi unutma, merak ettirme kendini, mektup yaz”. Herkes sıraya girmişti sanki istek için.
Barda güzel bir kız oturdu yanına. Masmavi gözleri vardı. Bir şeyler söyledi, hem gürültüden hem de danca bilmediğinden anlamadı. Kulağını gösterdi, anlamadığını ya da duymadığını anlasın diye. Kız elindeki bardağı bıraktı masaya, sonra onun bira şişesini de alıp koydu bardağın yanına. Tuttu elinden dans edenlerin arasına doğru sürükledi. Bu onun bildiği harmandalı ya da halay değildi. Önce durdu orta yerde, etrafına baktı. Herkes olduğu yerde sallanıp duruyordu. Kız tuttu elinden, onun da dans etmesini istediğini işaret etti. Çaresiz o da sallandı diğerleri gibi. Kimse aldırmadı, bakmadı bile. Kendine güveni geldi, yadırganmadığını görünce bıraktı kendini. Yorgun düşene kadar sallandı durdu kızın karşısında.
Karısını hayal etti. Kına gecesinde karşılıklı oynadıkları harmandalı geldi aklına. Bir düğünde görüp beğenmişti. Simsiyah dalgalı saçları, kömür karası gözleri, narin hareketlerine vurulmustu ilk bakışta. Evlerinin yerini öğrenmiş, önünden geçmişti günde bir kaç kez. Görmekten umudunu kestiği bir anda aşık oldugu kız avlu kapısını açmış, irkilmişti. Utangaç bir şekilde yanından geçip gitmişti. Sonra her gün aynı saatte bir bahaneyle dışarı çıkmaya başlamıştı. Uzaktan sevmişlerdi birbirlerini. Sessiz aşk sözlerini uzaktan, gözleriyle söylemişlerdi birbirlerine. Mektup yazamamıştı askerdeyken. Sevdalarına bir ad konmamıştı çünkü. Askerdeyken en çok başkasıyla evlenir diye korkmuş, kabuslar görmüştü. Askerden döner dönmez annesini babasını dünür göndermiş, harman sonu da bir güz düğünüyle evlenmişlerdi.
Dans bitince oturdular tekrar. Kız yanına çok yakın oturdu. Saçlarını okşamaya başladı daha sonra. Kaskatı kaldı bir an. Ne yapacağını bilemedi. Etrafına baktı, bütün arkadaşlarının yanında bir kız oturmuştu. Herkes şaşkın şaşkın ne yapmaları gerektiğini kestirmeye çalışıyor, utangaç utangaç gülüyorlardı birbirlerine. Kız tekrar kalktı, elini tuttu ve çekti. Dans etmek istiyor diye düşündü, sürüklendi peşinden. Ama kız dans pistinde durmadı, devam etti elini bırakmadan. Biraz daha ıssız bir yere geldiler, gürültü azalmıştı. Kız durdu, döndü ve onu dudağından öptü. Afalladı, ama karşılık verdi acemice ve utanarak. O gece ilk kez karısına ihanet etti.
Eve geldiklerinde herkesin bir hikayesi vardı anlatacak. Bütün arkadaşları bir ilki tatmıştı. Geride bıraktıklarının içinde yaşadıklarını tarif edecek öğeler bulamamışlardı. Bir yaban gülünün kokusu bahçedeki güllerden daha keskindi, daha başkaydı. Fütursuzca yaşananlar çok çekici gelmişti onlara. Yasak olanın damaklarında bıraktığı tadın tarifi yoktu. Çok para harcamışlardı, ama değmişti. Haftada ya da on beş günde bir tekrar gidelim dediler birbirlerine sessiz kelimelerle. Kimse yüksek sesle söylemeye cesaret edememişti.
Aldıkları maaştan ev kirası, yemek masrafları, aileye her ay gönderilen paralar çıkınca pek bir şey kalmıyordu geriye. Anavatana gidecekleri, karılarını, çocuklarını, anne baba ve kardeşlerini görecekleri günleri iple çekerlerdi. Her hafta gelen mektuplar defalarca okunur, yastık altına saklanırdı. Mektuplar yazılır, postaya verilirdi. Anlatılacak çok fazla bir şey yoktu hayatlarında, her seferinde aynı cümleleri yazarlardı. Gelen mektupların da pek bir farkı yoktu. Alışkın değillerdi duygularını yazarak anlatmaya. Aynı cümlelerle her şeyi anlattıklarını düşünürlerdi. Hasretler de özlemler de, sevgiler de sığardı daracık kelime hazineleri ile cebelleşen yazılarına.
Bir iki kez daha gördü aynı barda deniz gözlü kızı. Aynı şeyleri tekrar tekrar yaşadı. Bir süre sonra her hafta buluştular. Kızın evine giderlerdi daha çok. Suçluluk duygusuyla karışık bilmediği, tanımadığı ama kendini de alamadığı bir dünyaya adım atmıştı. Karısını seviyordu, köyün en güzel kızıydı, yavuklusuydu evlenmeden önce. Ama deniz gözlü kız ona başka, bambaşka duyguları yaşattı. Kapıldı gitti. Rüyalarında savaştı aklının ve kalbinin ikilemleriyle. Kah karısı, kah deniz gözlüsüydü rüyalarında gülümseyerek elini tutan. Her ikisine de sarıldı, okşadı. Bir gönüle iki sevda sığdırdı.
Bir süre sonra deniz gözlü kız elini karnına koydu, onun da elini tuttu, elinin üstüne koydu. Panikledi, ne yapacağını şaşırdı. Evliydi, karısı ve çocuğu vardı memlekette onun yolunu gözleyen. Nasıl yapardı, ne derdi anasına babasına. Nasıl bakardı karısının yüzüne. Yıllardır yolunu gözlemiş, annesine babasına bakmıştı. Çocuklarının annesi, kalbinin öbür yarısıydı. İhanetin verdiği suçluluk duygusunu damarlarında hissetti.
Ne yapmak istediğini sordu yarım yamalak Dancasıyla. “Bana senden geriye kalacak tek hatıra belki de, sen memleketine döndüğünde beni avutacak”. Buna benzer bir cümleydi, belki de böyle söylemesini istediği içindi. Kendisi de memleketine geri döndüğünde bıraktığı izi düşünerek mutlu olacaktı belki de. Deniz gözlüsü okuyordu, mühendis olacaktı. Okulu yarım kalır diye endişelendi bir an. Sorun olmayacağını anlattı deniz gözlüsü. Üstesinden gelirdi. Anne babası yardım ederlerdi. Bir kez daha şaşırdı. Bir süre sonra mavi gözlü bir kızları oldu, Ayla. Her iki kültürde de kullanılan bir isim.
Memleketine zengin biri olarak dönemedi. Evdeki hesap çarşıya uymadı. Bir süre sonra karısını ve üç çocuğunu da getirdi Danimarka’ya. İki çocuk daha olmuştu geçen zamanda. Bir kız bir oğlan daha, üçer yaş arayla. Bir ev tuttular, büyük çocuklar okula, en küçük oğlan da kreşe başladı. Karısı da çalışmaya başladı temizlik işinde bir süre sonra. Karısına hiç bahsetmedi, ne mavi gözlüsünden ne de Ayla`dan. Utandı. Karısı bilmezse sanki o suçluluk duygusunu hissetmezdi. Başkasının bilmediği suçun yükü daha hafif olurdu belki de.
Uzaktan izledi Aylanın büyüdüğünü, erkek arkadaşlarını, doktor diplomasını. Evine gitti bir kaç kez, içeri girip kahve içti kızıyla. Aralarında gizli bir anlaşma vardı sanki. Sevgiden başka hiçbir şey beklemediler birbirlerinden. Mavi gözlüsünün eşi de biliyordu Ayla`nin babasını. Konuşmadan imzaladıkları anlaşmaya uydular yıllarca. Buruk ama sevgi dolu anılar biriktirdiler gönül bahçelerinde.
Şimdi Ayla`nın kızı büyümüş, liseyi bitiriyordu. Dedesini yanında istiyordu bu mutlu gününde. Aradan geçen onca yıldan sonra nasıl anlatırdı kızını, torununu ailesine. Sığınacağı bir bahane var mıydı? Hem karısını aldatmış, hem de bunu yıllarca saklamış, saklamak için kendi kızını feda etmişti. Kendi kendini affedemiyordu ki karısından çocuklarından af dilensin. Yaz sıcağına rağmen içinin ürperdiğini hissetti. Uzun süre oturdu saksı çiçekleri ile dolu balkonda.
Sonra kalktı. Kahvesini tazeledi. Balkondaki çiçekleri sulamaya gelen karısına gülümsedi.
Karısı dikkatlice baktı yüzüne. Aslında alışıktı, sık sık olurdu böyle. Konuşmadan gözleriyle anlaşırlardı çoğu kez. Dargınlıkları, öfkeleri bile sessiz olurdu. Suskunluklarıyla azarlarlardı birbirlerini. Gözlerini kaçırdı bu kez. Suçluluk duygusundan bakamadı karısının yüzüne. Karısı oturdu yanındaki sandalyeye, elini onun dizine koydu yavaşça. Anlat, dinliyorum der gibiydi. Sustu. Sessiz gürültüyü dinlediler bir süre birlikte. Gönlündeki fırtınayı karısının duyduğunu hissetti bir an. İrkildi.
Sonra kalktı karısı. İçeri girdi. Elinde altınlarını sakladığı kutuyla geldi tekrar. Bu ne der gibi baktı karısına. “Seç” dedi karısı, “En çok beğendiğini götür ver torununa.” Afalladı bir an. Hiç kımıldamadan durdu. Gelecek olan fırtına mı, yaz esintisi mi anlamaya çalıştı. Sonra çevirdi başını, baktı karısına, gözlerindekini değil, yüreğindekini okumak ister gibi. Karısı kutuyu açtı, bir kolye çıkardı. Ucunda kalp olan kolyeyi. İlk izine gittiğinde almıştı karısına. İkisi yalnız inmişti şehire, bütün bir gün dolaşmışlardı birlikte. İlk kez karşılıklı oturup iskender kebabı yemişlerdi lokantada. İlk kez iki sevdalı gibi elele dolaşmışlardı şehirde akşama kadar. Sonra kuyumcunun vitrininde gördükleri kolyeyi alıp hediye etmişti karısına. Karısının o anki sevincini hala dün gibi hatırlıyordu.
“Bu kolye…” dedi duyulur duyulmaz bir sesle. “Olmaz” dedi sonra yüksek sesle. Ellerini kenetleyip dizine koydu. Sanki ellerini bırakırsa her şey uçuşacaktı, yakalayamayacaktı. Karısı tuttu elini, avucunu açıp kolyeyi koydu avucunun ortasına. Sessizce kapattı avucunu, onaylarcasına kafasını salladı hafifçe.
“Nasıl?” dedi yine sessiz kelimelerle. Sonra anlattı karısı. Büyük oğlu görmüştü ilk kez Ayla`yı babasını uğurlarken. Önce anlam verememişti babasının kızı yaşındaki birisinin evinden cıkışına. Bir gün çalmıştı Ayla`nın kapısını. Ayla hemen tanımıştı kardeşini, içeri davet etmişti. Bütün hikayeyi dinlemişti Ayla`nın ağzından. Varlığını bilmediği kardeşinin hikayesini kardeşinden öğrenmişti. Babası yıllardır fotoğraflarla tanıtmıştı ailesini, kardeşlerini Ayla`ya. Ayla`nin ismini “İkinci Ailem” koyduğu albüme bakmışlardı birlikte.
Sonra babasının evde olmadığı bir gün alıp gelmişti Ayla`yı. Bütün aile hem güzelliğine hem de olgunluğuna hayran kalmışlardı. Babasını uzaktan sevmenin ne kadar zor olduğunu anlatmıştı Ayla. Islak gözlerle dinlemişlerdi hikayeyi bir kez daha Ayla`nın ağzından. Sarılmışlardı Ayla`ya teker teker. Bağırlarına basmışlardı. Ayla`nın sevgi dolu yüreği yaşananların üstünü örtmüş, affettirmişti hataları.
“Babam kendisi anlatmalı bu hikayeyi, o anlatana kadar bildiğinizi bilmesin” diye rica etmişti giderken. Hamile olduğunu kendisi gelip müjdelemişti kardeşlerine. Babasının karısının, ikinci annem dediği kadının elini öpmüştü kardeşlerinin öğrettiği gibi. İkinci annesinin ördüğü battaniyeleri, patikleri bağrına basmıştı, sevginin karşılık beklemeyen ve en saf halinin verdiği hazla.
Mezuniyet davetiyesini kendi elleriyle getirmişti. Belki babasının, affedildiğini bilmesi vesile olurdu kendini affetmesine, uzun yıllardır yüreğini yakan suçluluk duygusundan kurtulmasına. Mazide yaşananların yürekleri kanattığı yetmişti artık. Şimdi barış ve sevgi zamanıydı. Sadece geçmişteki anılara değil, gelecek için kurulacak hayallere de gerek vardı. Bu hayalleri birlikte kurmalıydılar. Sevgi yaşanmışlıklar kadar yaşamayı hayal ettiklerimizi de içermeliydi çünkü.
Uzun ve beyaz bir yaz gününü birlikte tamamladılar balkonda. Affedildiğini bilmek suçluluk duygusunu yok etmese de hafifletmişti. Karısının bencillikten arınmış yüreğinin büyüklüğünü bir kez daha hissetti yüreğinde. Gökyüzünde parlayan ilk yildizlar göz kıptılar onlara, vicdan ve merhamet sınavını geçtiklerini müjdeler gibi. İkisi de yüreklerinin bir tüy kadar hafiflediğini hissetti. Sevginin gücüydü bu.
“Eskimiyen.com” da yayınlanmıştır.
Bir yanıt yazın
Yorum yapabilmek için oturum açmalısınız.