Bir Yenimahalle anısı…
Ali Haydar NERGİS
Ağabeyim, Ankara’da, İmar ve İskân Bakanlığı’nda dar gelirli bir memurdu.
Yenimahalle, Çınar Sokağı’nda oturuyorduk.
İşe girdikten sonra, bir akrabamızın aynı bakanlıkta çalışan kızıyla evlendi.
Sürekli geçim sıkıntısı çekiyorlardı. İlk çocukları doğunca, bakımı için köyden kız kardeşimi getirdiler…Yetmedi, okumam için beni de yanlarına aldılar… İki maaştan biri kiraya gidiyor, diğeriyle ay sonuna ulaşmaya çalışıyorlardı. Karı, koca, her gün Yenimahalle’den Necatibey caddesindeki bakanlığa dolmuşla, otobüsle gidip geliyor, iki kişilik yol parası ödüyorlardı. Daha ayın yarısına gelmeden, köşe başındaki Halil bakkala veresiye yazdırıyorduk. Ay sonunda borç kapatıldıktan sonra elde para kalmıyor, veresiye defterine yazılan borç bazen katlanarak ikinci aya sarkıyordu. Halil Bakkal, halden anlayan bir insandı. Ödeme gecikince hiç surat asmıyor; hiç engel çıkarmıyordu. Ağabeyimin borçtan dolayı ezilip büzüldüğünü görünce, “Canım sağ olsun, ödersin, evdeki küçük çocuğunu sütsüz mü bırakacağız!’’ diyerek veresiye yazmayı sürdürüyordu..
1967- 68’li yıllardı. O yıllarda, Atatürk Orman Çiftliği’nde üretilen, depozitolu cam şişeler içinde satılan süt ve yoğurtlar vardı. Bebek yeğenim için alınan süt, buzdolabında korunuyordu. (Ha, bu arada belirteyim; o yıllarda Türkiye’de buzdolabı vardı.) Fırsatını bulduğumda dolaptaki sütü kafama dikip birkaç yudum içiyordum. Sütün eksildiğini fark eden yengem, yarıya inmiş süt şişesine bakıyor, bana duyuracak şekilde, ‘’Bu kadarcık sütle çocuk sabaha nasıl çıkacak!’’ demekle yetiniyordu.
Yenimahalle’de sadece bir yıl oturduk. Bir yılda bu kadar çok anının birikmesi akla ziyan…
Beşinci Durakta, Yunus Emre Ortaokulu’nun ikinci sınıfına gidiyordum… Köyden yeni gelmişim. Şehir yaşamına yabancıydım. Türkçeyi düzgün konuşamıyordum. Sözlerimle, davranışlarımla, okulda arkadaşlarıma alay konusu oluyordum. Kendimi benimsetmek, aralarına girebilmek için çok ders çalışmam gerekiyordu, çok!
***
Derste, tarih öğretmenimizin, Tarık Bin Ziyad’ın İspanya Seferini kim anlatacak?’’ diye sorduğunda hemen parmak kaldırdım. “Geç tahtaya, anlat bakalım!” dedi.
Başlatım anlatmaya…
Anlattım… Anlattım… Bir yere gelip takıldım:
“Tarık Bin Ziyad, İspanya Seferine giderkene avradını da barabar götürdü…”
Sınıfta bir kahkaha koptu!
Öğretmen, sınıfı susturdu, ‘’devam et oğlum!’’ dedi.
Kaldığım yerden devam ettim:
“Tarık Bin Ziyad, İspanya Seferine giderkene avradını da barabar götürdü…”
Yeniden bir kahkaha tufanı koptu! Niçin güldüklerini anlayamıyordum.
Sonraki yıllarda iyi bir sendikacı olan, sıra arkadaşım Mete Kaynaroğlu heyecanlı bir çocuktu. Öğretmenden izin almadan öfkeyle tahtaya fırladı:
“Arkadaşlar! Sizin bu yaptığınız çok ayıp! Köyden yeni gelmiş bir arkadaşımızın konuşmasıyla alay ediyorsunuz!” diyerek kızdıktan sonra yerine oturdu.
Ben, şaşkınlık içinde konuyu yeniden başa sarmaya çalışırken, öğretmen;
“Oğlum, ‘Tarık Bin Ziyad’ın avradını’ geç; ‘avradı’ geç! Seferde başka neler oldu, onu anlat!” dedi.
O olaydan sonra çok kitap okumaya karar verdim. Sürekli radyo dinliyordum. TRT Ankara Televizyonu’nun yayına başlamasından sonra spikerleri dikkatle izleyerek onlar gibi konuşmaya, Türkçemi düzeltmeye çalışıyordum. (Bu dil tutkum beni gazeteciliğe yönlendirdi. Ankara’da 17 yıl gazetecilikten sonra, İsveç okullarında 35 yıl anadillerini öğretmeye çalıştım. Halen, Malmö kentinde yaşıyor, Cumhuriyet gazetesine Pazar Yazıları yazıyorum.)
***
Ağabeyime ve yengene daha fazla yük olmamak için naklimi Adana’nın Kadirli ilçesine aldırdım, ortaokulu oradaki ablamın yanında bitirdim. Ortaokulu Kadirli’de büyük ablamın yanında bitirdim. Ortaokuldan sonra yatılı okul sınavlarını kazanamamıştım. Babamın beni lisede okutacak gücü yoktu. Oturdum, ağabeyime, daha fazla okuyamayacağımı, iş bulup çalışacağımı bildiren bir mektup yazdım.
Zeki dayım, o yıllarda inşaatı devam eden Kozan Barajı’nda çalıştırılacak işçilerin seçilmesinden sorumlu personeldi. Beni, işçi yevmiyelerini yazan ‘puantör’ alarak işe alacaktı…
Annem, barajda uyurken üzerime örteceğim yorganımı hazırlarken ağlıyor, çamaşırlarımı Kayseri bezinden yapılmış şeker torbalarına doldurmaya çalışıyordu. Tam yola çıkmak üzereyken ağabeyimden mektup geldi: “Bırak Barajda çalışmayı, okulların açılmasına çok az bir zaman kaldı, çabuk gel! işini, yakında okullar açılacak, çabuk gel!” diyordu…
***
Ortaokul diplomamı alıp gittim. Okulların açılmasına az bir zaman kalmış, Yenimahalle Mustafa Kemal Lisesinde kayıt süresi dolmuştu. Öğrenci kayıt bürosundaki görevlilere yalvardım, müdür yardımcılarına gittim, kayıt yaptırmak mümkün değildi. Gele gide, lise müdürünü de tanımıştım. Son çare olarak onunla konuşmak için öğle tatilinde evine gitmesini bekledim. Dışarıya çıkar çıkmaz koşarak yanına gittim. Anlatmaya başlarken, “Liseye kaydımı yaptıramazsam ağabeyim beni köye geri gönderecek. Okumak istiyorum!” diyerek ağladım. Müdür, etkilendi, “Öğle tatilinden sonra gel, bir çaresine bakalım!” dedi. Okulun kapısında oturup dönmesini bekledim. Gelir gelmez beni odasına aldı. Öğrenci kayıtlarından sorumlu personeli çağırdı, konuştu. Sınıflardaki öğrenci sayısı 45- 50 kişiye ulaşmıştı. “Seni, Sıhhıye semtindeki Atatürk Lisesine göndereyim,” dedi. Kısa bir not yazdı, “Bunu götür Müdür Yardımcısı İbrahim Milli’ye ver, onlarda boş yer var.” dedi. Başka seçeneğim yoktu. Çaresizdim. Mektubu alarak odasından ayrıldım…
İbrahim Milli, sinirli görünmesine karşın sempatik babacan bir insandı. Okula kaydımı yaptırdı.
Ağabeyimin zor durumdaki bütçesine bir de benim yol param eklenmiş, Yenimahalle’den kent merkezine gidip gelenlerin sayısı ikiden üçe çıkmıştı…
Bir sabah, Yenimahalle ile Kavaklıdere arasında çalışan, ‘boynuzlu’ dediğimiz, elektrikle çalışan, körüklü otobüse binecek yol param yok. Ağabeyimin okula gidip gelmem için verdiği parayla bir gün öce Alemdar Sinemasına gitmiş, film izlemiştim. Sabahleyin onlar evden çıkmak üzereyken yol paramın olmadığını anımsadım. İkisinin de üzerinde yeterli para yoktu. Çare bulamazsak, o gün okula gidemeyecektim. Çözümü yine ağabeyim buldu:
“Git, Halil bakkaldan veresiye iki çiftlik yoğurdu al, evde bir kaba boşalt. Kavanozları Erdal bakkala götür, depozito parasını al, yol parası yap!”
O gün okula öyle gidebildim…
Ders yılı başladı. Ben, Atatürk Lisesine gidip gelirken, ağabeyim, bakanlığın ve Atatürk Lisesinin yakınındaki Anıttepe semtinde kiralık ev buldu. Hafta sonunda apar topar taşındık. Böylece üç kişilik yol parasından da kurtulmuştuk…
O yıllarda, Atatürk Lisesi’nin müdürü ünlü Deli Veli’ydi (Veli Soysaldı)
Deli Veli yönetimindeki lisede bütünlemeye kalmadan mezun oldum. Üniversite sınavından sonra gazetecilik okuluna girdim. Devam zorunluluğu yoktu. O arada ağabeyim okulunu çoktan bitirmiş, maaşı biraz daha artmıştı…
Rüzgârlı sokaktaki küçük gazetelerin birinde iş bulduktan sonra ağabeyime ve yengeme daha fazla yük olmamak için evden ayrıldım. İki arkadaşımla aynı mahallede bir ev kiraladık. O arada ağabeyim ve yengemin bir çocukları daha oldu. Fırsat buldukça ziyaretlerine gidiyordum.
Yaşam bütün hızıyla devam ediyordu…
Artık ayaklarımın üzerinde durmamın zamanıydı…
***
Yazdıklarımda hiçbir abartma yok.
Bu şiir de merhum ağabeyim Hüseyin Nergis’in o günlerimizi başka bir anlatımıdır:
AY SONU
Yine hızlı adım geldi aybaşı
Defteri kebirde sayfa kalmadı
Hanımın akşamdan çatılı kaşı
Gemiler hep battı, tayfa kalmadı
*
Ön plana çıktı evin kirası
Bir köşeyi kaptı çöpün parası
Hanım üzüntüden tuttu sarası
Kompostoluk için ayva kalmadı
*
Bakkal beyden kestik bir elli beşi
Böylece halloldu manavın işi
Bu ay da böylece hep sıktık dişi
Sofraya gelecek zeytin kalmadı
*
Kasap vermez bize etin budunu
Hanım pirzolaya yakmış odunu
Kızımızın Neşe taktık adını
Evde neşe değil hava kalmadı
*
Tuttuk satıverdik hemen paltoyu
Ancak alabildik bir içme suyu
Kardeşim Ali’nin kötü bir huyu
Duvarları çizdi sıva kalmadı
*
Yağmur yağdı damla düştü kilime
Soğuklardan sancı girdi belime
Söylemekten tüyler bitti dilime
Mobil(**) yana, yana tüp de kalmadı
*
İflasa başladık önce kaşıkta(n)
Oğlum Cem de ağlar durur beşikte
Hanım sinirlidir her bulaşıkta
Kıra kıra evde kap da kalmadı
*
Son yağı getirdik döktük tavaya
Fazla yandı, duman oldu havaya
Su tası yapalım dedik kovaya
Düştü parçalandı sap da kalmadı
*
Komşudan birazcık odun aşırdık
Son bulguru soba ile pişirdik
Sıcak/ sıcak yarış ettik aşırdık
Karbonatı içtik hap da kalmadı
*
Bırakın gülmeyi siz bu davaya
Fare son soğanı çekmiş yuvaya
Kimden borç istesek hepsi havaya
Artık tutunacak dal da kalmadı
*
Nergis’im dökersin bütün gamları
Odun ettik yaktık hep divanları
Rüzgâr esti kırdı bütün camları
Derdin döke döke dil de kalmadı
—
10 Ocak 1968, Ankara
(*) ‘’ Ekmeğimi Kazanırken’’; Maksim Gorki’nin
yaşamını anlattığı bir romanının adı…
(**) Mobil: Bir tüpgaz markası
Bir yanıt yazın
Yorum yapabilmek için oturum açmalısınız.