Bugün bizler virüsten korunmak, yaşadığımız toplumun bireylerini korumak için sosyal mesafeyi/izolasyonu gönüllü yapıyoruz. Ama onlar, zorunlu olarak izolasyon içinde yaşamışlardı. Hem de uzun yıllar. Kim mi? Danimarka’ya gelen birinci nesil büyüklerimiz. Onlara teşekkür borçluyuz
Abdurrazak SARIKAYA
COVID-19 salgını tüm dünyaya hızlı bir şekilde yayıldı. Salgın sebebiyle sosyal mesafe, sosyal izolasyon vb. kavramlar hayatımıza girdi. Bu kavramlar, sosyolojik anlamda (sınıf farkı, yabancıları ötekileştirme vb.) kötü tecrübeleri hatırlatmakla birlikte günümüzde salgın sebebiyle sağlık ve korunma için kullanılıyor. Ama ne yazık ki günümüzde bazı politikacılar hala bu kavramları sosyolojik bağlamda kullanmaya devam ediyor. Danimarka’da bizler tedbir amaçlı mümkün olduğunca evimizde kalıyoruz. İş, alışveriş dışında evden çıkmamaya özen gösteriyoruz.
Onlar, yaklaşık 60 yıl önce küçücük hayallerini büyük büyük tahta valizlere sığdırarak gurbet yollarına düştüler. Bazen Sirkeci Garından kara katar trenlerle bazen de Topkapı’dan, Harem’den hareket eden otobüslerle Güven Yapar’dan, Rıza Konyalı’dan türküleri söyleyerek ana kucağına, baba ocağına kısacası vatana veda ettiler.
Ekonomik sıkıntıların, askeri darbelerin, sınıf çatışmalarının yaşandığı dönemde güzelim köylerini terk etmek zorunda kalmışlardı. Geride çocukluklarını, yavuklularını, kalem kaşlı yârlarını, sırma saçlı yarenlerini bırakmışlardır.
Oğlanı evlendirecek, kızı gelin edecek, çift için iki öküz alacak, buğday tarlasına 100 dekar daha katacak, pancar için 10 dönüm arazi bulacak, 500 ağaçlı zeytinlik yapacak, köye traktör getirecek, taşımacılık için kamyon devralacak. Onların bütün hayalleri işte sadece bunlardı. Küçük ve kısa dönemlik hayaller…
Önce hep aynı pozla vesikalık resim çektirdiler. Pasaport çıkartıp İşçi Bulma Kurumu’nun yolunu tuttular. Sayfalarca evrakı hiç okumadan imzaladılar. Sonra gurbetin çilesini daha gelmeden çekmeye başladılar. Doktorların, uzmanların önüne kurbanlıklar gibi sıra sıra dizildiler. Dişlerini saydılar, kaslarına baktılar, kilosunu tarttılar, boylarının ölçüsünü aldılar.
Haritada yerini görmedikleri ülkelere, dilini, kültürünü hiç bilmedikleri toplumlara sevinçle heyecanla günlerce yol kat ederek geldiler. Gidecekleri tren garına ulaştıklarında onları karşılayan çok bulutlu soğuk hava, elinde tam bir tren bileti bulunan yarı soğuk bir görevli oldu. Pasaportlarını görevliye, hayatlarını çalıştıkları ülkeye bıraktılar.
Heim (ev) denilen kah ormanda kah da fabrikaların yamacında bulunan yatakhanelere götürüldüler. Öyle ki her odada 10-15 kişi samimi samimi, sıcacık sıcacık uyudular. Yatakhanelerin dışında bulunan banyolarda, lavabolarda sıra sıra oldular, askeri usul içtima vaziyeti aldılar. Uyudukları gecenin sabahın da ise hemen işe koyuldular.
Sabah 05.00 de uyandılar, alel acele kahvaltılarını yaptılar, öğle yemeği için kimi yumurta kaynattı, kimi patates haşladı. Öğle yemeklerini afiyetle 20 dakikada yediler. 15.00 olunca da yorgun argın yataklarına uzandılar ve mışıl mışıl uyudular. Günler haftaları, haftalar ayları kovaladı ve masal sona erdi. Günlerce hatta aylarca yumurtanın, makarnanın ve patatesin bütün vitaminlerini vücutlarında hissettiler. Et (helal) ihtiyacı için bazen ormanda kuş avladılar, bazen de yaban eriği ile dağ elması yediler. Gördükleri ise gri bir gökyüzü, yağmur, ağaçlar ve sürekli çalışmalarını tembihleyen bir asık surat…
Hayalleri için kendilerini uzun soluklu bir izolasyona tabi tutacaklar, az yiyecekler, az uyuyacaklar ama çok çalışacaklardı. Paralarını biriktirecekler ve hemencecik dönüvereceklerdi. Ama hiç de öyle olmayacaktı.
Önce ailelerini, köylerini özlediler sonra da sosyal birlikteliklerini. Tarlada çapayı, kahvede çayı, bayramda akrabayı, düğünde halayı özlediler. Yüce dağları, dolambaçlı yolları. Hatta köyünün köpeklerini bile özlediler.
Gündüzler en ağır işlerde çalıştılar; galvaniz, demir döküm, beton, maden, ağır sanayi vb. işlerde kimya literatüründe bulunan hatta henüz bulunamayan tüm gazları soludular. Akşam olunca hasretten, gurbetten cigara tüttürdüler bu kez onu soludular.
Gün geçtikçe özlemleri daha arttı. Yakınlarının, eşlerinin, çocuklarının yüzleri, siluetleri gündüz hayallerinde gece düşlerinde dolaşır oldu. Tahta bavullarına sıkışmış kenarı yırtık resimlerine uyumadan önce saatlerce baktılar. Seslerini duymak istediler ama onları arayacakları tek telefon ya muhtarın evindeydi ya da jandarmada.
Postaneden milletlerarası telefon yazdırdılar ve beklediler. Evdekiler de muhtarın evine gelip beklediler. Sıra tam onlara geldi. Bu sefer de araya Adana, Ankara girerdi. “Adana çık aradan” diye diye konuşma biterdi. Sarı kızın doğurup doğurmadığı haberi alınmazdı. Diyelim ki Adana çıktı aradan tüm ahali görüşmeye birlikte geldiğinden eşine özlediğini söyleyemedi, ona sevdiğini diyemedi.
En güzeli mektup idi. Onun da göndermesi bir ay, cevabının gelmesi de birer ay sürerdi. Hele köyden kenarı yakılmış, arasına yârin bir tel saçı sıkıştırılmış, gül suyu paklanmış, gül kurusu ile süslenmiş, komşunun oğluna-kızına yazdırılmış bir mektup geldiği zaman herkesin yüzü, gözlerinin içi gülerdi. O mektup, her gün çıkan gazete gibi sabah kahvaltıdan, akşam çaydan sonra tekrar tekrar okunur, son satırlar yürekten gelen iki damla gözyaşı ile ıslanırdı. O günlerde gurbetçiler iki zarfa çok sevinirdi. Biri diyardan gelen mektubu taşıyan zarf, diğeri de maaşlarının takdim edildiği zarf.
Bakkala gitmek istediler. Paraları vardı dilleri yoktu. Yumurtayı nasıl isteyeceklerini bilmiyorlardı. Yumurtayı anlatabilmek için akla karayı seçiyorlar ve sonunda gıdıklamak zorunda kalıyorlardı. “İçinde ne var? etleri helal kesim mi?” diye günlerce et yemekten imtina ettiler. Bazılar et ihtiyacını karşılamak için ormanda avlandı, bazıları ise bir adım daha ileriye giderek göldeki kuğuya kafayı taktı.
Şanslı olanlar bin bir zahmet ile kendisine merkezde ev buldu ama dil yine en büyük sorun. Üç beş kelime öğrenmek isteseler de para biriktirip döneyim düşüncesi ile çok çalıştıkları ve kendilerini eve yine izole ettiler ve yine öğrenemediler.
Vatana olan hasretlerini dindirmek, birkaç kelam etmek, gelene gidene yardım etmek için köyden getirdikleri kalın çizgili siyah-beyaz elbiseleri giyerek bayram edasında tren istasyonlarına koştular. Güzel ülkemin güzel insanları, evlerinden geldikleri treni kaybetmemek için trene mendil, yazma bile bağladılar.
Ramazan bereketini, bayram sevincini yaşamak istediler, Kadir Gecesinin feyzinden yararlanmak için ibadet etmeyi murat ettiler ama namazı kılacak yerleri ne de toplanacak mekanları olmadı. Cuma, bayram namazı kılmak için kiliseden ricacı oldular. Heykelleri kamufle ederek ibadetlerini ifa ettiler. Hatta bayram namazına katılabilmek için 300 km yolu kat ettiler. Bodrum katlarında yıllarca nem soluyarak hakka yöneldiler. Çocuklarına Elif-Ba ile abdest öğrettiler.
Memleketten yeni haberleri bir hafta sonra gelen gazeteden aldılar. Devlet televizyonunun veya radyosunun haftada yarım saatlik Türkçe yayını dinleyebilmek için saatler öncesinden hazır oldular. Bir türkü kasetini almak, bir video filmini kiralamak için haftalarca sıra beklediler. Marketlerde ne bulgur bulabilmişler ne de patlıcan. Kavunu, karpuzu bu ülke insanına öğrettiler. Sebzenin meyvenin Almanya’dan gelişini tam bir hafta, belki daha fazla beklediler.
Bütün bunların yanında güzel şeylerde yaşadı büyüklerimiz. Bir kere güzel para kazandılar. Kazandıklarını götürüp ülkelerine yatırdılar, orada harcadılar. Ailelerine, akrabalarına iyi baktılar, içi hediye dolu çok sayıda bavulla izine gittiler. Altı köşeli, lengeli şapka da taktılar, iyi marka arabaya da bindiler. Ama Türkiye’de alamancı, bu ülkelerde ise yabancı oldular. 11 ay ağır işlerde mesai yaparak çalıştılar, gurbetin sızısını içlerine çekerek yaşadılar.
Birçok zahmete göğüs gerdiler, yıllarca izole bir hayat yaşadılar, bulunduğu şehirde dondurmacının yolunu bile bilmediler, eşiyle ele ele hiç sahilde gezmediler, gurbeti, hasreti, yabancılığı, alamancılığı master derecesinde yaşadılar. Niye mi? Yaşadıklarını aileleri, çocukları yaşamasın diye….
Bu sebeple birinci nesil büyüklerime;
- Ailelerine, çocuklarına iyi bir gelecek için birçok zorluğa göğüs gererek verdikleri mücadele için yürekten teşekkür ederim,
- Emeği, ahlakı, dürüstlüğü, çalışkanlığı, güler yüzlülüğü, yardımseverliği ve daha birçok değeri iş hayatında ve sosyal çevresinde yaşayarak bu toplumu kalkındırdığı, değer ve zenginlik kattığı için teşekkür ederim,
- Topluma yararlı bir birey olmak adına çocuklarını eğitime teşvik ederek üniversite eğitimi almalarını sağladıkları için teşekkür ederim,
- Ülkesi ile bağlarını koparmamak için Türkçe öğrettikleri için, kültürünü yaşatmak adına kültür dernekleri kurarak onlarca etkinler düzenledikleri için teşekkür ederim,
- Harçlığı, bayram şekeri, el öpmesi, kına yakılması, gelin çıkarması, kız istemesi, halk oyunu, halayı, zeybeği vb. birçok geleneği yaşatarak ve öğreterek kadim bir kültürü yeni nesillere aktardıkları için teşekkür ederim,
- Gurbetin en koyu rengini yaşayarak, hasreti sızım sızım hissederek vatan kıymetini, memleket kadrini yaşayarak öğrettikleri için teşekkür ederim.
- Her türlü ‘imkana’ ve zorluğa rağmen inancından ödün vermeden emeğini, tatil parasını, evladının düğün çeyizini, tatil parasını, kolundaki bileziğini vererek gelecek nesillerin inancını korumak için bodrum katlarından kubbeli minareli ibadethaneler inşa ettikleri için teşekkür ederim.
- Cenazelerimizin zorluk çekmeden Türkiye’ye veya Danimarka’ya defni için cenaze fonlarını kurdukları için teşekkür ederim.
- Hayallerini getirip hayatlarını gurbet ellerde bıraktıkları için teşekkür ederim.
- Camilerden uzak kalacağımız Ramazan ayı hürmetine vefat eden bütün geçmişlerimizin makamlarının cennet olmasını Yüce Yaradan’dan niyaz ederim. Hayatta olanlara sağlıklı ve hayırlı bir ömür niyaz ederim.
Birinci nesil büyüklerimin ellerinden minnet, şükran ve hürmetle ayrı ayrı öperim. Vesselam.
Bir yanıt yazın
Yorum yapabilmek için oturum açmalısınız.