Değerli okuyucular; hepinize selam, sevgi ve saygılarımı iletiyor iyi günler diliyorum.
Bu yazımda Danimarka Emniyet Müşavirliği görevim sırasında (2009-2012) siz değerli dostlarla yaptığım sohbetlerden sizlerin anlattığı bazı anılarınızı tekrar sizlerle paylaşmak istiyorum.
Kocatepe Cami lokalinde sohbet ettiğimiz Danimarka’ya ilk gelen 1. kuşak abilerden Haydar, Murat, Nevzat, Mahmut, Yusuf, Hacı, Hasan, Mehmet, Mustafa, Hüseyin, Faik, Vahit, İrfan, Mesut, Öcal, Metin, Vural, Serkan, Erol ve ismini sayamadığım birçok arkadaştan çok güzel anılar dinledim. Bu anılardan özellikle Danimarka’ya ilk geliş yıllarında yaşananlar hem çok anlamlı hem de yaşayanların kıvrak zekalarını ve becerilerini ortaya koyması bakımından önem arz etmektedir. Bunlardan Ankara’lı Haydar, Trabzon’lu Murat ve Konya’lı Nevzat Bey’lerden duyduğum anıları anlatmak istiyorum. Haydar amcanın anlatımıyla: Danimarka’ya ilk geldiği yıllarda ormanda ağaç kesme işlerinde çalışıyorlarmış. 7-8 kişilik grup yiyecek içecek ihtiyaçlarını yakında bulunan bir bakkaldan yapıyorlarmış. Bakkalın sahibi Danimarkalı bir bayan olup işçileri sağlık kontrolü yapan doktora, Türklerin hiç et almadıklarını, daha çok ekmek aldıklarını, et yemedikleri için de hasta olabileceklerini anlatmış. Bu sözler üzerine doktor Türklerin kan tahililini yapıyor. Ancak tahlil sonucu et yiyememekten dolayı eksik çıkacak değerler tam tersine yüksek çıkıyor. Tabi bunun nedenlerini araştırmalarına rağmen bulamıyorlar. Konuyu bizimkilerine anlatıyorlar ve mutlaka et yemeleri gerektiğini söylüyorlar. Bu anlatımdan dolayı olayı anlayan Haydar amca bana aynen şöyle diyordu: biz marketten helal kesim olmadığından veya domuz eti olabileceğinden dolayı et almıyorduk. Ancak yasak olmasına rağmen gizlice geceleri sülünlere (kuş) tuzak kuruyor onları yakalıyor, tüylerini toprağa gömüyor, kendilerini de pişirip bir güzel yiyorduk. Hatta bir kişi bazen 2-3 sülün yiyebiliyordu. Her ne kadar Danimarkalılar bizi et yemiyor biliyorsa da tam tersine biz daha çok ve taze et yiyorduk diye gülerek anlatıyordu.
Yine bir gün ormanda ağaçtaki elmayı düşürmek için uğraşıyordum ki şef görerek onun kontrol edilmeden yenilmesinin zararlı olacağını söylediğini anlatıyordu. Haydar ve Nevzat amca. Bu olay üzerine şef patrona bizlere daha çok meyve göndermesi hususunu iletmişti. Oysa ki biz kışın ormanda yaşayan kuş ve hayvanlara verilmek üzere gönderilen meyvelerden iyi olanlarını seçip yiyorduk. Dolayısıyla meyve sıkıntımızda hiç yoktu diye anlatıyorlardı. Bu iki olayda da görüldüğü gibi zorunluluktan dolayı çekilen sıkıntılar bizimkilerin pratik zekası sayesinde kolay çözümleniyordu. Hele Nevzat Gökmen’in arkadaşlarının hastalığı sırasında yaşadıkları sıkıntı ve buldukları çözümü kendi ağzından dinleyip şimdi hatırlayamadığım şiirini de dinlerseniz oldukça neşeleneceğinize eminim. Yine taksici Mesut, Metin, Hami, Seyfullah, Tahsin ve diğerlerinden dinleyeceğiniz anılar oldukça renkli ve neşelidir. Öte yandan gazetecilerimiz Sadi, Cengiz, Ünsal, İrfan, Hasan ve diğer arkadaşların anılarının tadına doyum olmayacağını belirtmek isterim. Aslında bu anıları toplayıp yazmayı planladım ancak çeşitli nedenlerden dolayı yazamadım. Dileğim bu hususun birileri tarafından yazılı hale getirilmesidir. Bu güzel anıları 1. kuşak abilerimizden dinlemenizi özellikle tavsiye ederim. Size sağlıcakla kalın derken gülmeniz için aşağıdaki cümleleri bilginize sunuyor iyi günler diliyorum.
– Suya düşünce ıslanmayan şey nedir? Cevap: Gölge
– Adama sormuşlar demir ile bakır açıkta kalırsa paslanır. Altına ne olur? Cevap: Çalarlar
– Hırsız neyi çalmaz? Cevap: Kapı zilini
– Adam kan ağlamış, kansız kalmış
– Ben Aydan Şener, diğeri de Ben Dünyadan Ali demiş
– Adam kirişi kırmış tavan çökmüş
– Geç geldiğinde evdekilere ne söylersin? Cevap: Ben sadece “ben geldim” derim, gerisini onlar söylerler.
– Sizlerin hiç geç kalmaması dileğiyle…