İsveç’e ilk Türkler, Demirbaş Karl ile birlikte geldi. 1709’da Rusya ile yaptığı savaşta Rus Çarı 1. Petro’ya (Deli Petro) yenilen İsveç Kralı Demirbaş Karl (12. Karl) Osmanlı’ya sığındı.

Foto: Haber.dk
İsveç’e ilk Türkler, Demirbaş Karl ile birlikte geldi. 1709’da Rusya ile yaptığı savaşta Rus Çarı 1. Petro’ya (Deli Petro) yenilen İsveç Kralı Demirbaş Karl (12. Karl) Osmanlı’ya sığındı. Beş yıl boyunca Osmanlı’nın kesesinden yedi, içti, giderken de kalabalık bir Osmanlı asker grubunu yanına alarak ve Galata bankerlerine yüklü bir borç takarak gitti. Giden askerlerin ve borçlarını tahsil etmek için giden Galata bankerlerinden çoğu geri dönmedi. İsveç kızlarıyla evlendiler, İsveç’te Türk köyleri kurdular; caddelere, gömütlüklere adlarını verdiler. İsveç dilinde kimi yemek isimlerine katkıda bulundular. Karşılığında “Dağ Başını Duman Almış’’ ve “Bak Postacı Geliyor’’ şarkılarımızın bestelerini aldık. İki kültür arasında köprüler kurdular.
İkinci dalgada gelen göçmen Türkler, 1960’larda Konya’nın Kulu ilçesinden bu kez iş bulmak amacıyla sefer eylediler. Abdullah, Mehmet, İbrahim, Ahmet, Ali ve Halil, Kuzey’in buzlar ülkesi İsveç’te karar kıldılar. Geldiklerinden bir gün sonra yüksek ücretlerle işbaşı yaptılar. İsveç’in evleri düzenli ve genişti. Kaloriferler gece gündüz yanıyordu. Günün her saatinde sıcak su vardı. Burası keşfedilmemiş “ikinci bir cennetti.” Hemen mektuplar yazdılar Kulu’daki akrabalarına: “Gelin, gelin, burada para var, iş var; durmayın gelin!”
BAŞKENT KULU
Göç edenlerin sayısının artmasıyla birlikte “Kulu” adını duyanların sayısı artmış. Hatta birçok İsveçli, Kulu’yu Türkiye’nin başkenti sanmaya başlamış. Günün birinde, gelenlerin arasına Kululu olmayan bir Türk yurttaş karışmış. Polis, ona da sormuş: “Nerelisin?” Gelen yanıt: “Ankaralı. Bu yanıt karşısında polisin kafası karışmış: “Bu Ankara dediğin Kulu’nun bir ilçesi mi?” 5-10 yıl içinde, Kulu ve köyleri boşaldı. İsveç’e gelenlerin sayısı on binleri buldu.
Osman, Kenan ve ben üçüncü kuşak olarak İsveç’e 1980’lerin sonunda geldik. Cennetin meyvelerine yetişemedik. Artık İsveç’te işsizlik vardı. Yabancılara karşı bir bıkkınlık başlamıştı. Bizden önce İsveç’in kadınları, yabancı bir erkek arkadaş edindiklerinde övünüyorlarmış. Biz, yabancıları gördüklerinde surat asarak yüzlerini çevirdikleri zamana denk geldik. Kululularla ilgisi olmayan farklı olaylara tanık olduk. Bunlardan birkaçını sıralayalım:
O yıllarda, İsveç mahkemesinde farklı kültürlerin farklı algılarını, bakış açılarını yansıtan bir duruşma izlemiştim. Gece, bir eğlence yerinde, yabancı genç, tanıştığı İsveçli bir kadına içki ikram ediyor. Kadın da borcunu ödemek için genci, yakınlardaki evinde kahve içmeye davet ediyor. Yabancı, kahve içmekle yetinmiyor, kadına saldırıyor, mahkemelik oluyorlar. Kadın, duruşmada anlatıyordu: “Bu kişiyi evime sadece kahve ve likör içmek için davet ettim, başka bir niyetim yoktu.’’ Yabancı ise korkunç bir savunma yaparak kendisini haklı çıkarmaya çalışıyordu: “Ben bu kadına içki ısmarlamış mıyım, ısmarlamışım. Sonra da beni evine götürmüş mü, götürmüş. Birlikte kahve ve likör de içmiş miyiz, içmişiz. Ee? Geriye daha ne kalıyor?’’
Bir Orta Anadolu kasabasından gelen Hikmet, Türkiye’deki eşi ve çocukları için de oturma izni almıştı. Havalimanında ailesini karşılamaya birlikte gittik. Bekleme salonunun kapısında önce kızı Aysel, sonra oğlu göründü. Hikmet, kendisine yaklaşan kızını görmezden gelerek oğluna yöneldi. Kız boşlukta kaldı. “Haydi sen de amcana gel!” diyerek sarılmak istedim, kabul etmedi. Hikmet, sonraki zamanlarda da ilgisini hep oğlu üzerinde yoğunlaştırdı. Zamanla Aysel, bizimle yakınlaşmaya başladı. Bize oturmaya geldiklerinde, tarağı alıp yanıma geliyor, “Amca, saçlarımı sen tara!” diyordu. Aradan yıllar geçti. Bir gün, kent merkezinde yürürken karşıdan gelen, çarşaflı bir kadın önümde durdu, “Merhaba amca, tanıdın mı, ben Aysel!” dedi. Çarşaf içinde gözleri zor görünüyordu, nasıl tanıyabilirdim. Şaşırdım, “Aysel, sen misin?” diyerek elimi uzattığımda, ellerini geri çekerek arkasına sakladı. Şaşkındım. Küçükken evimize geldiğinde, dizlerimin dibine oturarak “Amca, saçlarımı tara!’’ dediği günleri anımsadım. Babasının telefon numarasını aldım. Aylar sonra Hikmet’i aradığımda üzgündü. Oğlu, mahalledeki çetelere karışmış, hapse düşmüştü. Aysel, Afganistanlı biriyle evlenerek İsveç’i terk etmişti.
Tüm bunlar olurken İsveç’in en eski göçmen gruplarından Kululular, ülke kültürünün bir parçası haline geldi. Onların da Demirbaş Karl ile birlikte İsveç’e giden Türkler gibi dördüncü, beşinci kuşak Türkçe bilmeyen torunları oldu.
Kulu’da İsveç konsolosluğu açıldı. Türkiye’yi ziyaret eden İsveçli siyasetçiler Kulu’ya uğramadan geçmiyorlar. 2009’da Türkiye’ye gelen İsveç Başbakanı Fredrik Reinfeldt, gezisine Kulu’dan başlamış, ilçedeki Olof Palme Parkı’nı ziyaret etmişti. Kulululardan sonra İsveç’e gelenlere, 12 Mart ve 12 Eylül darbelerinin ardından iltica eden siyasi sığınmacılar ile son yıllarda da akademisyenler, öğrenciler ve iş insanları eklendi. Günümüzde İsveç’te yaklaşık 230 bin dolayında Türkiye kökenli göçmen yaşıyor.
KULU’DAN İSVEÇ’E
Kulu’dan İsveç’e göç edenlerin hikâyeleri, “Kulufornia” adlı bir belgeselde dile getirildi. Belgesel, 1960’larda çalışmak için Konya‘nın Kulu ilçesi ve köylerinden İsveç’e göç eden insanların yaşamlarını ve deneyimlerini anlatıyor. Prof. Dr. Sema Erder de 1985’te hazırladığı doktora tezinde, Kulu’dan göç hareketini sosyolojik bir perspektifle ele alıyor. Bu çalışma, göçün, Türkiye’deki kırsal bir yerleşim biriminden İsveç’e nasıl şekillendiğini, hem bireyler hem de toplum üzerindeki etkilerini derinlemesine inceliyor.
Ben de size İsveç’teki yaşantımızla ilgili bir potpuri sunmaya çalıştım.
İşte bu bizim hikâyemizdir.
(Bu yazı Cumhuriyet gazetesinde pazar yazısı olarak yayınlandı)
Bir yanıt yazın
Yorum yapabilmek için oturum açmalısınız.