O yıllarda köyde doğan herkes gibi benim de evde doğduğumu söylerler, üstelik bizim köye ne su ne elektrik gelmişti. Dediğim gibi yılın doğuma uygun olmayan zamanıydı. Bu yüzden doğumdan hemen sonra hastalanmış olmama şaşmamak gerekir. Öyle hastalanmışım ki imama bir duayla mezarımın ölçüsünü alsın diye haber gönderilmiş. İmam annemle babamın ilk çocukları bir nolu Hüseyin’i 1955 yılında daha 6 aylıkken ölçmüş ve cenaze namazını kıldırıp biraz para kazanmış. İşini ve parayı seven imam hemen ölçümü almaya gelmiş ama ben daha o zaman imamın gerçek niyetini anlayıp öldürücü soğuk ve hastalıklara direnç göstermeye karar vermiş olmalıydım ki, çabucak iyileşmiştim. Yaşamak için doğmuştum ben.
Doğduğum köy dört mevsimin de çok belirgin olduğu Balkan ikliminin etkisinde, Karadeniz’e çok yakın, İstanbul ve Edirne’ye aynı uzaklıkta, Türkiye’nin Batı’sındaki engebeli, verimli bir bölgedeydi.
Yüzyıldan çok daha uzun bir zaman önce 1880’li yıllarda, atalarım Bulgaristan’dan göçmen olarak geldiklerinde buraya, Ergene Nehri’nin kıyısına yerleşmişler. Doğduğum ev bu nehrin kıyısında hâlâ duruyor.
Babam Ergene Nehri’ne yakın oturmanın avantajını kullanıp, nehir kenarında briket yapıyordu. Nehirden briket için kum çıkarıyor ve bedava nehir suyu ile briketleri suluyorduk. Öğleden önce sıcak bastırmadan tamamen el gücüyle çalışan makineyle briketleri yapar, öğleden sonra kürek ve çapayla nehirden kum çıkartırdı babam. Annem ve kardeşlerimle birlikte ben de ona yardım ederdim.
Babamın daha çok akşamları açtığı ve yalnızca köy erkeklerinin çay içip kağıt oynadıkları bir de kahvesi vardı. Muhtarlıktan gelen duyurular burada yüksek sesle okunurdu. Köy korucusunun getirdiği bu muhtarlık duyurularını okuması düzgün ve sesi gür erkekler üstlenirdi. Ben ilkokulun son sınıflarındayken, kahvede istenilen kalitede erkek sesi bulunmazsa, muhtarlık ilanı okuma işi bana kalıyordu. Bu duyurular genellikle tarla satımı, köyde oturan herkesin çağrılmadan davetli olduğu düğün, nişan gibi haberleri içerirdi. Şimdi bunlar cami hoparlöründen duyuruluyor.
Bizim kahvenin o dönem köydeki tek iki katlı bina oluşu ve pencerelerinin kapıdan daha büyük olması, çok müşteri çekiyordu. Kahveye günlük gazete gelirdi. Gazeteyi okumaya gelen müşteri çay ya da benzeri bir şey içmek zorundaydı. Kahve bir buluşma yeriydi. Köyde olup bitenler ve gazetenin önemli başlıkları ve spor sayfası kahvedeki müşterilerin ortak gündemi oluverirdi.
Babam kendi çocuklarına mesafeli davranırdı. Kendince çocukları üstünde otorite kuruyordu. Komşu çocuklarına ise hiç mesafe koymaz, onlarla konuşur ve şakalaşırdı. Babam bir anlamda evin dışişleri bakanı gibiydi. Asıl görevi para kazanmaktı, bizim terbiyemize köylüden şikayet gelmediği sürece karışmazdı. Ara sıra da olsa benimle ilgili şikayet olursa, şikayetçiyi benimle konuşmaya gerek görmeden haklı bulur, eve geldiğinde yakalayabilirse beni bir güzel döverdi. Babam evdeki sorunları böyle bir yaklaşımla çözmeye çalışırdı.
Annem evdeki yaşamdan sorumluydu. Yaz mevsiminde bahçenin her yanı çiçeklerle dolardı. Soğan, sarımsak, domates, biber, patlıcan, patates, kabak gibi sebzeleri kendisi yetiştirir, ekmeği ve yemeği de kendisi pişirirdi. Üstelik kümes hayvanları ile birkaç tane de sağmal inek olurdu bizde. Meyva da boldu. Ceviz, incir, kayısı, şeftali, erik, kiraz, vişne, elma, ayva, muşmula ve üzüm bahçedeki meyva fidanlarıydı. Karpuz ve kavun da yetişirdi bizim köyde. En çok sevdiğim meyve bizim oranın üzümüydü. Nefis bir tadı vardı. Tekirdağ rakısının da aynı bölge üzümünden yapıldığı düşünülürse, belki demek istediğim daha iyi anlaşılır!
Nedense yaz tatili aklıma gelince en çok kiraz ağaçları aklıma geliyor!
Poyraz yakıyorsa Kiraz çiçeklerini Bahar erken gelmiş demekPoyraz kavuracaksa
Kiraz çiçeklerini
Açmaya ne gerek söyleyin kiraz ağaçlarına
çiçek açmasın
Bir yanıt yazın
Yorum yapabilmek için oturum açmalısınız.