Belçika’da yaşayan bir Türk meslektaşım bundan bir süre önce, Avrupa’da yaşayan Türkler için ’Gurbetçi’, ’Almancı’ terimlerinin kullanılmaması için geniş çaplı bir kampanya başlatmıştı. Türk Dil Kurumu’na da bir çağrıda bulunarak kurumun sözlüğünden bu sözcüklerin çıkartılmasını ya da yeniden tanımlanmasını talep etmişti. Meslektaşım, Avrupa’da 50. yılını dolduran Türklere bundan böyle ”Avrupalı Türkler” denilmesini istiyordu ve bu kampanya epey ses getirmiş, Avrupa’da Türkçe yayın yapan medya kuruluşlarında da geniş yeralmıştı.
Meslektaşımın iyi niyetli olarak başlattığı bu kampanyadan sonra Avrupa’da yaşayan Türklerin büyük bir kısmının ne kadar Avrupalı olduğu üzerine düşünmeye başladım. Öncelikle, yanlış anlaşılmaya yer vermemek için şunun altını çizmek istiyorum. Herkes Avrupalılar gibi olsun, onlar gibi yaşasın, onların yaşam biçimini benimsesin, demek istemiyorum. Sadece ‘Avrupalı Türk’ derken, Avrupalıya da haksızlık etmemiz gerektiğini düşünüyorum. Sanırım okurlar da neyi kastettiğimi anlayacaklardır.
25 yıllık Danimarka’daki yaşamımda, Türklerin Avrupa’da en büyük göçmen kitlesini oluşturmalarına rağmen, istisnalar dışında bugüne kadar Avrupa’da ses getirecek en küçük bir sivil toplum gücünü bile oluşturmaktan aciz olduklarına tanık oldum.
Bazı kesimin, bırakın Avrupalı olabilmesini, kendini tanımlayabilecek bir kimlikten bile yoksun olduğunu, bazılarının Türküm demeye ya cesaret edemediğini ya da bundan utanç duyduğunu, hatırı sayılı büyüklükteki önemli bir kesimin etnik ve dini kimliklerle hareket ettiğini, bazı kesimlerin de Türkiye karşıtı Avrupalıların Türkiye aleyhine yaptıkları çalışmalara çanak tuttuklarını gördüm.
Yine önemli bir kesimin de, sadece coğrafi olarak Avrupa’da yaşamanın dışında halen kendi küçük iç kabuğuna çekilip, geleneksel, feodal yaşam biçimini sürdürdüğüne tanıklık ettim.
Sadece Danimarka’da sivil toplum örgütü olarak kurulmuş 100’e yakın dernek var. Bu derneklerimizin bir kısmı ya politize olmuş durumda ya da hemşehri derneği veya dini cemaatler, tarikatlar bünyesinde faaliyet gösteriyor. Birisi milliyetçi, solcu ya da etnik milliyetçilik kimliği üzerinden, diğer de dini kimlik üzerinden hareket ediyor. Hepsi de birbiriyle rekabet halinde. Bunun dışında kalanlar da kahve kültürü ile faaliyet yürütüyor. Bu dernekler gerçek anlamda bir sivil toplum örgütü olma özelliği taşımıyor. Eğitimli insan sayısının artmasıyla bu son yıllarda biraz kabuk değiştirmeye başlasa da, yine de ikisinin ortası henüz bulunmuş değil.
Hiç bir tarikata, etnik, milliyetçi yapılanmaya dayanmadan, Danimarka’daki Türkiye kökenli yurttaşlarımızı, asla bir beklenti içinde olmadan temsil eden, bu ülkedeki haklarımızı savunan veya Danimarkalıların muhatap aldığı, ülkede ses getiren ciddi bir örgütlenmenin varlığından sözedebilir miyiz?
Danimarka’da hangi Türk derneği bir Danimarka sivil toplum örgütü ile ortak, kapsamlı bir sosyal, kültürel, sanatsal projeyi hayata geçirebildi son 40 yıldır?
Kendimiz çalıp kendimiz söylemekten ve birbirimizle didişmekten öte gidemedik bugüne kadar.
Bir gazetenin Peygambere hakaret etmesinin ardından Danimarka başbakanı özür dilemedi diye kafa tutup ama havalimanında uçağın kapısında polisin yaptığı pasaport kontrolüne tepki koyamayan, üstüne üstlük iki ülke arasında yıllar önce yapılan ve vatandaşlarımıza bir AB üyesi ülke vatandaşına sağlanan hakların aynısını sağlayan Ankara Anlaşması’nın yürürlüğe konması için çaba göstermeyen bir topluma mı Avrupalı Türkler denilmesini istiyoruz?
5 milyona yakın Türkiye kökenli göçmenin yaşadığı Avrupa’da hangi yurttaşımız bir yakınını vize çilesi çekmeden yaşadığı ülkeye davet edebiliyor?
Neden sadece, hep Türklerin Avrupa’da serbest dolaşım hakkının gazpedilmesine sesini çıkarmayan Türk hükümetlerinden beklendi bu? Neden Avrupalı Türkler bugüne kadar hem Avrupa’daki hükümetlere, hem de Türk hükümetlerine bu haklarını soramadılar?
Neden seçimlerde oy kullanma hakkına sahip yurttaşlarımızın büyük bir kısmı sandık başına gidip yaşadıkları ülkelerde yaşamlarını yönlendirecek siyasetçileri seçmek için oylarını kullanmak yerine, Türkiye’deki seçimlerde ısrarla oy kullanmak istiyor?
Geçtiğimiz Mart ayında Avrupa genelinde yapılan bir araştırmadan çıkan çarpıcı sonuçları okuyunca şoke oldum dersem, abartmış olmam.
Araştırmaya katılanların yüzde 57’si 21 yıldan fazladır Avrupa’da yaşıyor. Yüzde 20’ye yakını da Avrupa doğumlu. Yüzde 82 gibi büyük çoğunluğu da üstelik Türkiye’ye dönmeyi düşünmüyor. Ancak yurttaşlarımızın yaşadıkları ülkelerde oy kullanma oranı yüzde 12’lerde seyrederken, Türkiye’deki seçimlerde oy kullanmak isteyenlerin oranı yüzde 74’e yükselmiş.
Bu yurttaşlarımızın Avrupa’daki siyasi tercihleri ile Türkiye’deki siyasi tercihleri de birbirine tamamen zıt. Avrupa’da seçimlerde sola oy veriyor. Türkiye’de ise muhafazakâr ve merkez sağ partilere oy veriyor. Bunu her ne kadar trans-nasyonal göçmen psikolojisi ve ihtiyaçları ile, bireylerin birden fazla siyasi kimliğe aynı anda sahip olabileceği ile açıklasalar da, ayrıca bunun bir çelişki olmadığını ve rasyonel bir tercih olduğunu öne sürseler de, bu bir çelişkidir.
Söz konusu bu araştırma Hacettepe Üniversitesi Göç ve Siyaset Araştırmaları Merkezi (HUGO) tarafından yapılmış ve bunun Avrupa’da yaşayan 5 milyon Türkiye kökenli üzerine ilk kez yapılan kapsamlı bir araştırma olduğu belirtiliyor.
Araştırma, Türkiye kökenlilerin yaşadığı altı AB üyesi ülke (Almanya, Fransa, Hollanda, İngiltere, Belçika, Avusturya) ve de Danimarka, İsveç, Norveç, Finlandiya ile İsviçre’de yapılmış. ‘Euro-Turks-Barometre’adı verilen bu araştırma, bundan 50 yıl önce işçi olarak Avrupa’ya adım atan Türkiye kökenli işçilerin bu süre zarfı içinde maalesef pek de fazla yol katedemediklerini gösteriyor.
Kopenhag’da bir kütüphanede görevli bir Danimarkalı arkadaşım, “Olanaklarımız dahilinde, Türkler ücretsiz okusunlar diye Türkiye’den çeşit çeşit kitaplar getirtiyoruz. Türkçe çıkan gazete, dergi, müzik vb yayınları ücretsiz onlar için takip etmeye çalışıyoruz. Ama nedense Türkleri kütüphanelere çekmekte zorlanıyoruz. Acaba biz mi bir yerlerde hata yapıyoruz?” diye sormuştu.
İletişim çağının en son dijital teknolojilerine, ekonomik krize rağmen Danimarka’da halen satılan kitap, resim, dvd, cd ya da benzeri sanat eseri sayısını, para verilerek okunan gazete sayısını, kütüphanelerden ödünç alınan eser sayısını, sergiye, tiyatroya, sinemaya, konsere giden insan sayısını ülke nüfusuyla orantıladığımızda, Avrupalı olamamaktan neyi kasttediğim sanırım daha net anlaşılacaktır.
Bazı istisnaları çıkartsak da, 50 yıllık Avrupa’daki bu süreç bize istisnaların kaiedeleri bozmadığını gösteriyor.
Çok iyi niyetle bir girişim başlatan meslektaşıma haksızlık mı ediyorum acaba diye de düşünmeden edemiyorum.
Belki biraz fazla karamsar bir tablo çizmiş ve haksızlık etmiş de olabilirim. Genelleme yapmamaya özen gösterdim. Tabii ki, Avrupa’da sosyal, siyasi, kültürel, sanatsal alanlardan tutun da mesleki, ticari alanlara kadar bir çok dalda başarılara imza atmış insanlarımız da bulunmakta. Umut vadeden eğitimli yeni nesiller sayesinde bu tablonun da zamanla değişeceğini umuyorum.
Bir yanıt yazın
Yorum yapabilmek için oturum açmalısınız.